--

30 Kasım 2008 Pazar

Mehter Nedir?


Türkler m.ö. yıllarda askeri birliklerde takım halinde müzik aletleri çaldırırlardı. 8’nci yy’ da yazılmış olan ilk Türk belgesi Orhun (Göktürk) kitabelerinde mehterin atası olarak kabul edilen tuğ takımından bahseder. Kaşgarlı Mahmut’un 11’nci yy. da yazdığı Divan-I Lügat-İt Türk, hakan’ın huzurunda nevbet vurulduğunu anlatır.

“Bulut kükredi, vurdu nevbet tuğ, şimşek çaktı çekti hakan tuğ’unu” diyen Türkler iç Asya’dan, Anadolu’ya geleneklerini taşımışlardır. Egemenlik simgesi davul, bayrak ve tuğ töresi Türkler aracılığıyla tüm İslam âlemine yayılmıştır. Karahanlılar’dan Selçuklular’a, İlhanlılar’dan memluklulara ve Osmanlılar’a nevbet vurma geleneği hep devam etmiştir.

Mehter, tarihteki ilk Türk Devletinden itibaren, Türk Kara Ordularını destekleyen, coşturan ve ruhunu doyuran özellikleriyle sadece askerlerin değil, muzaffer bir ulusun da duygularını temsil eden bir unsur olmuştur.
Türkler köklü bir askeri tarihe sahiptir. Türk tarihi dünyada askeri başarılar ve zaferlerle tanınmıştır. Tarihte askeri harekâtların, şaşaalı davullar ve özel ritimlerle desteklenmesi, Hunlar‘dan itibaren zamanımıza kadar geçen sürede, birçok Türk devletinin ordularında yer almıştır.

Başlangıçta Tuğ ve davulla başlayan bu gelenek, zamanla gelişmiş ve zenginleşmiştir. Böylece Hun Türklerinde ki “Tuğ Vurma” geleneği Selçuklularla tabılhanelere ve Osmanlılar da Mehterhanelere dönüşmüştür. Bu dönemde mehterler ordunun, kalelerin ve hatta toplumun müzik ihtiyacına cevap veren kuruluşlar olarak önemini korumuştur.

Tarihi süreçte devamlı gelişen ve yenilenen Mehter, ilk çağlardaki Türk devletlerinden, Osmanlıya kadar olan zamanda, bu devletlerin Coğrafi genişliği bakımından zamanla tüm dünya ülkelerine yayılmıştır. 19 ncu yüzyılın başından itibaren önce Prusya daha sonra Rusya, Polonya ve Almanya gibi ülkelerin mehterler kurarak, tuğ takımları oluşturdukları bilinmektedir.

Osmanlının son dönemlerinde Yeniçeri teşkilatının bozulmasıyla kapatılan Mehterler, Avrupa’da geliştirilen Askeri Bandolar olarak günümüze kadar gelmiştir.
1911 tarihinden itibaren, II. Meşrutiyet ile birlikte Mehter teşkilatını yeniden canlandırma faaliyetleri baş göstermiş, Müze-i Asker-i Osmani’ye bağlı olarak yeniden tarih sahnesine çıkmıştır. Mehterhane-i Hakanî adı ile kurulan bu Takım 1914–1918 Birinci Dünya savaşındaki bazı cephelerde ve Kurtuluş savaşındaki Kuva-yı Milliye hareketlerinde etkin rol üstlenmiştir.
952 yılında Mehterin tekrar kurulması aşamasında çok gayretli ve titiz çalışmalara girişilerek aslına uygun bir takım yaratılmıştır. Bu noktada, ‘Topkapı Sarayı minyatürleri ve el yazmaları kolleksiyonun da bulunan Surname-i Vehbi Minyatürleri, Mahmut Şevket Paşa’nın Osmanlı Teşkilat Ve Kıyaffet’i Askeriyesi adlı eseri ile Arifi Paşa’nın Mecmua-İ Tesavir-İ Osmaniye gibi ve diğer tarihi belgeler ışığında hareket edilmiştir.
Askeri Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı bünyesinde faaliyet gösteren Mehteran Bölüğü bu tarihi geçmişin, zamanımızdaki sembolik bir ifadesi olarak haftanın beş günü nevbet vurmaktadır.

Mehter bizi Türk tarihinin sayfalarında gezdirmektedir. Türk hamasi havalarını dünyada ve yurt içinde seslendirerek halkı coşturmaktadır. Savaşların kazanılmasında tarihler yaratan Mehter zafer esintilerini günümüze taşımaktadır. Mehter törenlerin vazgeçilmez bir topluluğudur.

MEHTERBAŞI

Mehterbaşı mehterin icrasından sorumlu ve çorbacıbaşı unvanı ile anılan bölük komutanından sonra gelen en yetkili kişidir. Mehteri müzikal yönüyle en ileri seviyede hazırlar. Bunun için günlük çalışma programları yaparak toplu çalışmalara (meşk) katılır. Bu çalışmalarda saz gruplarının kendi aralarında yapmış oldukları çalışmaları birleştirerek ortak bir konser programı hazırlar.
Mehteran Bölüğü konserlerinin icrası, tertip ve düzeni ayrıca icracıların seçimi mehterbaşı sorumluluğundadır. Her gün o gün ki konser veya faaliyette icra edilecek eserleri tesbit ederek gruplara dağıtır.
Mehterbaşı mehter icrasına dâhil edilecek yeni eserleri icracılara çalıştırıp belletir. Mehterbaşı “Mehter Araştırma Kurulu” üyesidir.



Turk Kelimesi (etimoloji)

Türk kelimesi nereden gelir, ne anlama gelir bununla ilgili bir araştırma yaptım ve sizlere sunuyorum.
Türk sözcüğünün kökeni ve anlamı kesin olarak açık değildir. 10.yy ait Uygurca metinlerde Türk "güç, kuvvet" anlamında kullanılmıştır. Ancak Göktürk Kağanlığı'nın çözülmesinden iki küsür yüzyıl sonrasına ait olan bu kullanımın, siyasi/tarihi bir referansa sahip olması olasılığı güçlüdür. (Örneğin günümüzde Osmanlı sözcüğü de, Osmanlı tokadı deyimindeki gibi, "eski zaman tarzında, oturaklı, güçlü" anlamında kullanılmaktadır. Ancak bundan, Osmanlı sözcüğünün köken itibariyle "güçlü" vb. anlamına geldiği sonucu çıkmaz.)
En büyük insan topluluğu anlamına geldiği de ileri sürülmektedir.

Türk sözcüğüne ilişkin diğer yaygın hipotez, Orta Asya Türkçesinde (OAT) "kök, soy, asl, ırk" anlamına gelen tür sözcüğüyle ilişkili olduğudur.


Bu durumda belki "bir kökten çıkmak, bitmek, türemek" anlamında bir *tü- fiil kökü varsayılabilir. Buna göre OAT tüp (kök), tüğ (bir kökten çıkan şey, kıl, tüy), tür (kök, asl, ırk) ve belki tükemek (tamamen bitmek) aynı kökün türevleri olmalıdır. Tür-(ü)k ise "belli bir soydan gelen" ya da "ortak bir atadan türeyen" anlamına gelmektedir. Burada bazı kaynaklarda tanrının soyundan tanrının türünden olduğu çokca belirtilmiştir.

Eski Türk inancında ortak ata (dişi kurt) mitinin oynadığı merkezi rol gözönüne alınırsa, Türk etnoniminin de bu mitolojik geçmişe atıfta bulunması akla yakın görünmektedir.

Türk Dünyadaki en asil soy olarakta tanımlanmaktadır.
KAYNAK: tr.wikipedia.org

Orhun Abideleri Kul Tigin Yaziti Guney Cephesi

Bilge Kağan tarafından kardeşi Kül Tigin adına yaptırılmıştır. Orhun yazıtları arasında dikkat çeken Kül Tigin abidesi günümüze dair ipuçlarıda vermektedir. Bu nedenle bir öğüt yazısı da denilebilir.



Zamanla aşınarak bazı kısımları silinmiş ve çözümlenememiştir. İlk bulunduğunda devrilmiş haldeydi.
Orhun yazıtlarından Kül Tigin abidesinin güney yüzü;
Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı, bu zamanda oturdum. Sözümü tamamiyle
işit. Bilhassa küçük kardeş yeğenim, oğlum, bütün soyum, milletim, güneydeki
Şadpıt beyleri, kuzeydeki Tarkat, Buyruk beyleri, Otuz Tatar ........... Dokuz
Oğuz beyleri, milleti! Bu sözümü iyice işit, adamakıllı dinle: Doğuda gün
doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına
kadar, onun içindeki millet hep bana tâbidir. Bunca milleti hep düzene soktum. O
şimdi kötü değildir. Türk kağanı Ötüken ormanında otursa ilde sıkıntı yoktur.
Doğuda Şantung ovasına kadar ordu sevk ettim, denize ulaşmama az kaldı. Güneyde
Dokuz Ersin'e kadar ordu sevk ettim, Tibet'e ulaşmama az kaldı. Batıda İnci
nehrini geçerek Demir Kapı'ya kadar ordu sevk ettim. Kuzeyde Yir Bayırku yerine
kadar ordu sevk ettim. Bunca yere kadar yürüttüm. Ötüken ormanından daha iyisi
hiç yokmuş. İl tutacak yer Ötüken ormanı imiş. Bu yerde oturup Çin milleti ile
anlaştım. Altını, gümüşü, ipeği ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor. Çin
milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek
kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan
sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı
yürütmezmiş. Bir insan yanılsa, kabilesi, milleti, akrabasına kadar
barındırmazmış. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok, Türk
milleti, öldün; Türk milleti, öleceksin! Güneyde Çogay ormanına, Tögültün
ovasına konayım dersen, Türk milleti, öleceksin! Orda kötü kişi şöyle
öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir diyip öyle
öğretiyormuş. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp, yakına gidip, çok insan, öldün! O
yere doğru gidersen, Türk milleti öleceksin! Ötüken yerinde oturup kervan,
kafile gönderirsen hiç bir sıkıntın yoktur. Ötüken ormanında oturursan ebediyen
il tutarak oturacaksın. Türk milleti, tokluğun kıymetini bilmezsin. Açlık,
tokluk düşünmezsin. Bir doysan açlığı düşünmezsin. Öyle olduğun için, beslemiş
olan kağanının sözünü almadan her yere gittin. Hep orda mahvoldun, yok edildin.
Orda, geri kalanınla her yere hep zayıflayarak, ölerek yürüyordun. Tanrı
buyurduğu için, kendim devletli olduğum için, kağan oturdum. Kağan oturup aç,
fakir milleti hep toplattım. Fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım.
Yoksa, bu sözümde yalan var mı? Türk beyleri, milleti, bunu işitin! Türk
milletini toplayıp il tutacağını burda vurdum. Yanılıp öleceğini yine burda
vurdum. Her ne sözüm varsa ebedî taşa vurdum. Ona bakarak bilin. Şimdiki Türk
milleti, beyleri, bu zamanda itaat eden beyler olarak mı yanılacaksınız? Ben
ebedî taş yontturdum .... Çin kağanından resimci getirdim, resimlettim. Benim
sözümü kırmadı. Çin kağanının maiyetindeki resimciyi gönderdi. Ona bambaşka
türbe yaptırdım. İçine dışına bambaşka resim vurdurdum. Taş yontturdum.
Gönüldeki sözümü vurdurdum ... On Ok oğluna, yabancına kadar bunu görüp bilin.
Ebedî taş yontturdum ... İl ise, şöyle daha erişilir yerde ise, işte öyle
erişilir yerde ebedî taş yontturdum, yazdırdım. Onu görüp öyle bilin. Şu taş
.... dım. Bu yazıyı yazan yeğeni Yollug Tigin.

Orhun Alfabesi

725 - 735 yılları arasında ilk Türk alfabesi yazılmıştır. Bu yazının Türkler tarafından eski zamandan beri kullanıldığı anlaşılıyor fakat ne kadar eski olduğu kesin olarak çıkarılan gümüş bir tabağın üzerinde bulunan iki satırlık Orhun Harfleriyle yazılmış yazı, öz be öz Türk alfabesinden oluşan bu yazının M.Ö. 5. yüzyıldan itibaren kullanıldığı tespit edilmiştir.



Orhun yazısı Türklerin kendi yazısıdır. Eski Türk damgalarındaki şekillere ve Türkçe kelimelere uygun yapılmıştır. Göktürklerden önceki dönemde ait Yenisey yazıtlarında ve onlardan yüzlerce yıl öncesine ait Altın Elbiseli Adam devrinin yazıları aynı alfabeyle yazılmıştır. Göktürk zamanında sadece bu alfabenin harfleri azaltılmış, yazılma tarzı kolaylaştırılmıştır. Bazı söyleme şekilleri kolay hale getirilerek düzene koyulmuştur. Fakat alfabenin esası ve özü muhafaza edilmiştir. Bugün Göktürk Alfabesi ya da Orhun Alfabesi olarak bilinen yazı, Göktürk döneminden önce de yani tam olarak 100 yıl evvel Türkler tarafından kullanıldığı Bilimsel olarak tespit edilmiştir.

alıntıdır.

29 Kasım 2008 Cumartesi

Yillardir Suren Avrupa Birligi Sureci

Yıllardır kıçımızı sürttüğümüz ve asla vazgeçmediğimiz bu Avrupa Birliği sevdası bizden neler aldı neler götürdü....


Kaç yıldır devlet adamlarımızı sanıyor ki (yani halka sandırmaya çalışıyor ki) Avrupa Birliği'ne gireriz... Evet gireriz ancak nerede olduğunu siz benden daha iyi bilirsiniz, rüyamızda.
Biz Avrupa Birliği'ne giremeyiz çünkü, Avrupa Birliği'nin amacı zaten ortadadır, yıllardır yapmak istedikleri şey ortadadır. Birinci Dünya Savaşı'nda ellerine düştük ne olduğunu gördük, halkımızı ezdiler, kadınlarımıza tecavüz ettiler... Namusumuzu kirlettiler, halka bin bir türlü eziyet ettiler, çoluk çocuk demeden önlerine geleni kestiler, öldürdüler, ellerinden geleni ardlarına koymadılar, askerlerimizi asit kuyularına attılar, aklımıza hayalimize gelmeyecek şeyleri onlar bize yaptılar. Vatanımızı bölmeye çalıştılar, içerdeki insanları kışkırttılar, onlar amacı zaten belli, onların amacı Türkiye'yi bölmek, bizi köleleştirmek. Amaçları böyleyken bizi neden Avrupa Birliği'ne alsınlar akıl mantık işi mi Allah rızası için söyleyin !!!

İsteklerini görüyorsunuz, saçma sapan istekler, halka eziyet için bir sürü istekler, Türklüğe hakaret serbest hale gelsin diye istekte bulunuyorlar, belki devlet adamlarımız bunu halktan saklıyor işte bilmem kaçıncı madde diyorlar, ama bu bir gerçek.. Türklüğe hakaret serbest hale gelsin diyorlar...
Örneğin; Orhan Pamuk kulağıma gelen bilgiler ışıltısında Nobel ödülünü aldığı kitabında Ermeni Soykırımı olduğunu iddia ediyormuş, yani söylüyormuş. Bunun için de nobel ödülünü almış...
Nobel ödülünü verenlerin ise kim olduğunu söylemem gerek yok herhalde... Çok rahat bir biçimde herkes istediğini yapabiliyor, Türlüğe hakaret edebiliyor, Türkiye aleyhinde istediği gibi at koşturanlardan tutun da neler neler ... Hepsi Avrupa Birliği sayesinde gerçekleşiyor..

Onların bu isteklerinin de hiçbir zaman biteceğine inanmıyorum.. ha bu arada hiçbir zaman almazlar demiyorum en son AB batacağı zaman alırlar, Türkiye'nin de zaten nüfusu çok diğer ülkelere göre derler ki herkes nüfusu kadar borç ödesin, aynı Gümrük Birliği'nde olduğu gibi kakalarlar borçları ... Ne güzel sonra AB'ye girdik !!!

Neyse sizi fazla sıkmayayım kısaca özetlersek;

Avrupa Birliği sürecinin Türkiye'nin aleyhinde olmaması için mutlaka ki mutlaka Türkiye'nin Avrupa Birliği'nden kıçını çekmesi artık kıçını sürtmemesi gerekiyor.. Biz kendimiz kendimize yeteriz Avrupa Birliği neyimize gerek, asıl onlar bize ihtiyaç duyuyorlar, tüm hammaddeler onlardan çıkmıyor bizden çıkıyor, biz kendi kendimize yeteriz, yeter ki değerini bilelim elimizdekilerin ... Bizim Avrupa'ya ihtiyacımız yok onların bize ihtiyacı var.

Ay Em Ef Nami Deger IMEFE (IMF)



Alın size kocaman bir IMF logosu.. Yakınlarda zaten bu logoyu bol bol göreceksiniz görmediniz de değil hani : )

Zaten bu logoyu tanımamak elde değil ki yıllardır kıçımızı sürttüğümüz Avrupa'nın diğer benzeri (hatta kendisi bile denebilir) IMF ... Tayyip Bey'imizin (İNGİLİZCE) deyimiyle Ay Em Ef ... -Tayyip Bey Türkiye'de yaşıyoruz bari Türkçesini söyleyin de içimizin %99'u yansın... - halktan toplanan vergilerin hepsinin top yekun gittiği yer, o kadar yerin satılıp buraya gittiği halde bir türlü borcumuzun bitmediği bu banka yine bizi sömürecekmiş, biz paramızı çöplükte mi buluyoruz da yine kıçımızı buraya sürtüyoruz.
Hangi akıllı kişi gider de 100 lira alıp hayatı boyunca kazandığı tüm parayı 100 lirayı aldığı kişiye verir, Allah için söyleyin akıl karı mı bu yaptığımız daha doğrusu yaptıkları, neymiş efendim kendileri %46 (civarı) oyla gelmiş de halk onu istiyormuş da... Geri kalanını unutmasın o kişiki halkın %54 ü onu istemiyor !!! Bir tane halka sorsun bakalım IMF (Ay em Ef) i istiyor mu halk? Hiç sanmıyorum yapın bakalım bir referandum.. Gerçi onda da alem eder gullem eder bir şeyler yapar yine alırsınız da neyse : (


Tamam her şeyi geçtim Bu Recep Tayyip Erdoğan bu IMEFE denilen şeye neden AYEMEF diyor? Acaba kendini daha bilgili mi göstermeye çalışıyor? İngilizce söyleyince daha fazla mı borç veriyorlar acaba? İngilizce söyleyince başın göğe mi eriyor????

Ya siz Türkçesini konuşmazsanız ulus niye Türkçe konuşsun, ne demişler hoca osurursa cemaat sıçar siz bugün Ay Em ef derseniz millet yarın İnternational Monetary Fund...

Hoca osurmasın ki cemaat sıçmasın, siz sıçıyorsunuz o zaman halk ne yapar tahmin bile edemiyorum yani : (

Batirilan Ilk Ucak Gemisini Vuran Turk



Atlas Dergisi Eylül sayısında Birinci Dünya Savaşı'nda Antalya açıklarında İngiliz ve Fransız gemilerini batıran Topçu Subayı Mustafa Ertuğrul'un kahramanlık hikayesine yer verdi.


Dergide, Meçhul Kahraman Mustafa Ertuğrul'un bugüne kadar gün ışığına çıkmamış başarısı kendi kaleminden yazı ve çizimlerinden alıntılarla anlatılıyor. Kahramanın anılarında portakal sandıklarını kullanarak koca bir gemiyi nasıl batırdığı da yer alıyor. Yazıyı özetleyerek aktarıyoruz.


Kurtuluş Savaşı’nda önemli başarılara imza atan Mustafa Ertuğrul, Antalya savunmasında batırdığı gemileri resimlemiş ve Atatürk'ün önerisiyle kaleme aldığı anılarından yakın çevresindekilerin dışında kimsenin haberi olmamıştı..

Başarıları hakkında konuşmaktan bile hoşlanmayan Mustafa Ertuğrul 1892 yılında Girit'in Hanya kentinde doğmuş ve 1912 yılında Harp Okulu'nu topçu subayı olarak bitirmişti. Çanakkale Savaşı'nda 27'nci Alay'da savaşan Mustafa Ertuğrul madalyalarla ödüllendirilmişti. Oradan Galiçya cephesinde görevlendirilen Mustafa Ertuğrul, 1916 yılında, emrine 4 dağ topu verilerek, Kaş'a tayin edildi. Birinci Dünya Savaşı'nın en sıcak günleri olan o dönemde Meis Adası İngiliz ve Fransızların denetimindeydi. Akdeniz'in tutulmasında büyük önemi olan Meis Adası'nın işgal ve tahkimine Çanakkale'de 5'inci orduyu komuta eden Alman General Liman Von Sanders'in ‰çok gizli' emriyle karar verildi. Mustafa Ertuğrul da 4 adet 7,7'lik Alman yapımı Erhard dağ topu olan küçük bir batarya ile Aydın'dan Kaş'a intikal ettirildi. Meis Limanı'ndaki İngiliz kruvazörü Ben-My-Chree ve yakınındaki Fransız destroyerleri yok edilecekti.

BEN-MY-CHREE'NİN SONU

27 Aralık 1916 Pazar günü harekat başladığında gizli mevzideki obüsün ilk çatışmada devre dışı kalmasıyla tüm yük Mustafa Ertuğrul'un bataryasına kaldı. Batarya mermilerini yağdırmaya başladı. Bu anı Mustafa Ertuğrul kendi kaleminden şöyle anlattı:

‘‘İlk grubun bir mermisi gemiye isabet etti. Müteakip grubun üç mermisi birden geminin kıç tarafındaki küçük tayyare hangarına isabet ederek müthiş bir yangın yaptı. Benzin deposuna isabet ettiğini sonradan öğrendiğimiz mermilerimizden çıkan yangın o derece çabuk büyüdü ki gemi baş toplarını bize çevirdiği halde ateş etmeye imkân bulamadı. Mürettebatın bir çoğunun denize atlayarak kaçtıkları görülüyordu. Koca gemi karşımızda homurdanarak yanıyor, yavaş yavaş yaralı başını denize sokuyordu. 36 dakika süren fasılalı ateşimiz karşısında fazla dayanamayan Ben-My-Chree baş tarafından denize gömüldü.’’


Bataryasıyla Mart sonuna kadar aynı mevzide bekletilen Mustafa Ertuğrul'un askerleri arasında tifüs ve humma salgını başlamış, daha sonra batarya 14 Nisan'da Antalya'ya gönderilmişti. Mustafa Ertuğrul, Antalya Ağva Limanı'na giren bir Fransız kruvazörüne karşı bataryasını Ağva burnuna yerleştirip kamufle etmiş, plan gereği av olarak kullanılacak bir yelkenliyi de limana yerleştirmişti. 12 Aralık 1917 Perşembe sabahı Fransızlar'ın Paris II ve Aleksandra gemileri bataryanın önünden geçerken yelkenliyi görüp limana doğru geldi. Paris II'den motorla gelen ,bir grup bahriyeli yelkenliyi peşlerine takıp geri dönmek üzere iken bataryanın ateşi başladı. 145 atımdan 110'unun gemiye ulaşmasıyla gemi, 18 dakikalık mücadelenin sonunda cephaneliği de patlayarak alabora oldu.


BEN MY CHREE'NİN SONU

kaynak - hürriyetim.com

Buyuk Taarruzda Kullanilan Nigde Tayyaresi

Alman yapımı Albatros C-15, Albatros C-12’nin geliştirilmiş bir modelidir. İlk uçuşunu 1917’de yapmış, 1918’de Alman Silahlı Kuvvetleri’nde görev almaya başlamıştır. Türkiye’de 1922 yılında hizmete giren Albatros C-15’in enteresan bir hikayesi vardır.





Ankara Hükümeti’nin iki elemanı, Saffet Arıkan ve Nuri Conker Beyler halkın bağışlarıyla savaş uçağı alabilmek için Almanya’ya giderler. Almanya’daki Türkler de önemli miktarda bağışta bulunur. Burada 21 adet kullanılmış Albatros C-15 bulurlar. Ancak bu uçakların düşmanın ve işgal kuvvetlerinin eline geçmemesi için çok uzun ve zor bir yol seçilir.. Uçaklar karayoluyla Rusya’ya getirilirler; oradan da deniz yoluyla Samsun’a. 29.07.1922’de Yüzbaşı Sadettin Bey’in komutasında pilot, makinist ve teknisyenden meydana gelen dört kişilik bir grup mümkün olan en çok sayıda uçağı onarıp Ankara’ya getirmek üzere Samsun’a gönderilirler. Ancak hurda halindeki uçaklardan iki faal uçak meydana getirebilirler.Bu uçaklar Batı cephesi komutanlığı emrine verilirler ve Büyük Taarruz’da görev alırlar. Bu iki uçak 1923’e yılında görev dışı kalmıştır..







NİĞDE TAYYARESİ ALBATRS C XV

28 Kasım 2008 Cuma

Osman Pasa ve Plevne Marsi

Gazi Osman Paşa 93 harbinde 145 günlük Plevne Savunmasını komuta etmiş ve direnişiyle askerlik tarihine geçmiş, türkülere konu olmuş, müdafaa hattı stretejileriyle esir bulunduğu dönemde Rus çarından bile saygı görmüş, dönemin tüm komutanları tarafından örnek alının ünlü bir Türk komutanıdır.




1877 yılında Nikoleyeviç komutasındaki Rus ordusu tuna nehrini geçerek Osmanlı topraklarında ilerlemeye başladı. Osman Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu rus birliklerine karşı savunma hattı kurmak amacıyla Niğbolu kentine doğru yola çıktı. Osman Paşa'dan önce davranan Ruslar Niğboluyu ele geçirdi. Bunun üzerine Osman Paşa, Plevne şehri üzerine savunma kurdu. Ruslar Plevne'yi bombaladılar, şehir üzerine taarruza geçtiler ancak yinede Osman Paşa savunmasını yıkıp şehri ele geçiremediler. Çaresiz kalan Rus ordusu Plevne şehrini kuşattı ve şehrin dışarıyla olan tüm bağlantılarını kesti. Aynı zamanda İstanbul'a doğru yürüyen Rus ordusu Yeşilköy önlerine kadar geldi.


Plevne şehrinde erzak tükenince ve Osman Paşa düşmanın Yeşilköy önlerine kadar geldiğini öğrenince Plevne şehrinde bulunan, 50.000'e yakın askerini taarruza kaldırdı. Düşman cephesini yaran Osman Paşa İstanbul yolu açılmışken bacağından aldığı yarayla düşmana esir düştü. Daha sonra kıvrak zekasıyla düşmandan kaçıp İstanbul'a gelmeyi başardı ve bunun üzerine Osman Paşa'ya Gazilik ünvanı verildi.

Plevne savunmasında Rus ordularının, Osmanlı ordusunun 5 katı olduğunuda unutmamak gerek. Sonraları bu kahramanlık türkülere döküldü. İşte Plevne Marşı'da bunlardan biri;


Tuna Nehri akmam diyor,
Etrafımı yıkmam diyor,
Şânı büyük Osman Paşa,
Plevne’den çıkmam diyor.

Karadeniz akmam dedi.
Ben Tuna’ya bakmam dedi.
Yüz bin Moskof gelmiş olsa,
Osman Paşa korkmam dedi.

Kılıcını vurdu taşa,
Taş yarıldı baştan başa,
Şânı büyük Osman Paşa,
Askerinle binler yaşa.

Düşman Tuna’yı atladı,
Karakolları yokladı.
Osman Paşanın kolunda,
Beş bin top birden patladı.

Ve Plevne Marşı'nın diğer bir tabirle Gazi Osman Paşa Marşı'nın canlı versiyonu;



Facebook Turkleri Boykot'mu Ediyor

Tüm Türkiye facebook'taki bu güvenlik kodunun hayreti içinde kaldı. Bir facebook kullanıcısı güvenlik kodunu girmeye çalıştığı sırada güvenlik kodunu farketti ve bu güvenlik kodunun resmini çekip bunu çeşitli sitelerle paylaştı. Güvenlik kodu "acaba facebook Türkiye'ye bir mesajmı vermek istiyor " ,"Türkiye'yi boykot mu ediyor" sorularını akıllara getirdi. İşte o güvenlik kodu;









Okuyamayanlar için: Turks BOYCOTT


Bu çarpıcı gerçek üzerine facebook çok tartışılacak ve Türk kullanıcılar tarafından darbe alacak gibi gözüküyor.

Ataturk'un Cenaze Namazi Neden Camide Kilinmadi?

Hatta Atatürk'ün cenaze namazı kılındı mı? Anadolu Ajansı'nın haberine bakılırsa evet, kılındı. O sırada ajansın muhabiri olarak töreni takip eden Cemal Kutay'a göre de kılındı, başkalarına göre de. İyi ama neden herhangi bir görüntü yok ortada? Madem kılındı, tek bir fotoğraf karesi olsun neden esirgendi milletten? Sessizluk.


Bir adım daha atalım ve artık sorulmasının zamanı gelen, o ucu zehirli soruyu soralım: Atatürk'ün cenaze töreni boyunca neden hiçbir dinî simgeye yer verilmedi?


Şimdi bunu sordum ya, birtakım işgüzarlar buradan kim bilir kaç demet nane devşirecekler. Vay, Atatürk'e dinsiz dedi, falan filan. Yahu burada ölmüş bir Atatürk'ten söz ediyoruz. Kendi cenaze törenini kalkıp kendisi düzenleyecek değildi ya.



Törenin birinci derecedeki sorumluları, o sırada cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü ile Başbakan Celal Bayar ve bir de Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'tır. Görünüş böyle. Ancak her üçünün de cenaze namazı camilerde kılınmıştı ve 'dinsel simgeler' şöyle ya da böyle eşlik etmişti son yolculuklarına.



O zaman tekrar soralım o zehirli soruyu: Atatürk'e bu 'ladinî' cenaze törenini kimler düzenledi? Dolmabahçe Sarayı'ndaki tabutunun etrafına o kocaman 6 adet meşaleyi kimler dikti? (Güya Cumhuriyet Halk Partisi'nin 6 okunu sembolize ediyordu bunlar. 'Meşaleler ebediyete kadar yanacaktır', diyordu zamanında yayınlanan bir dergi. )


Baksanıza, az kalsın, cenaze namazı dahi kılınmayacakmış. Annesi gibi dindar biri olduğu belli olan Atatürk'ün kızkardeşi Makbule Hanım, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'ı sıkıştırıp da, "Ağabeyimin cenaze namazı hangi camide kılınacak?" diye sormasa onu bile gürültüye getirecekleri anlaşılıyor. Bunun üzerine Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi'ye durum sorulmuş, o da namazın camide kılınmasının şart olmadığını söylemiş: "Onun cenaze namazı" demiştir Börekçi, "tertemiz hale getirdiği bütün vatanda bu farizanın yerine getirilebileceği her yerde kılınabilir."

Anadolu Ajansı Muhabiri Cemal Kutay 19 Kasım 1938 günü yaşanan o görüntülenemeyen sahneyi şöyle anlatır: "Dolmabahçe Sarayı'ndaki hazırlıklar erkence başlamıştı. Büyük ölünün son ihtiram (saygı) nöbetini bekleyen yaverleri ve dostları, büyük üniformalı subaylar, vali ve belediye reisi, bu hazırlıklara nezaret ediyorlardı. (...) İçeride merasim başlamadan, ailesinin talebi ile büyük ölünün namazı kılınmak suretiyle hususi merasim yapılıyor. Tekbir Türkçe verilmiş, namazı İslam Tetkikleri Enstitüsü direktörü Ord. Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırılmıştır."

Hakkı Tarık Us ise kendi çıkardığı "Kurun" gazetesindeki yazısında ilginç bir ayrıntıya yeniden dikkatimizi çekiyor. Atatürk'ün çok sevdiği bilinen Hafız Yaşar, sandukanın başında "Türkçe ezan" okumuştur. Muhtemelen namaz sonunda da Türkçe telkin verilmiş ve yine Türkçe tekbirler getirilmiş olmalıdır.

Bu kırıntı kabilinden bilgiler şöyle bir manzara doğuruyor gözümüzde: Makbule Hanım ağabeyinin cenaze namazı kılınmadan gömüleceğinden endişelenerek müdahale etmiş ve namazın kılınmasını istemiştir. Bunun üzerine dışarıda bir camide, muhtemelen en yakında bulunan Dolmabahçe Camii'nde cenaze namazının kılınması gündeme gelmiş, ancak "bazıları" buna, laikliğe aykırı düşeceği endişesiyle karşı çıkmışlar ve sarayda kılınmasını istemişler, Diyanet'ten de "caizdir" fetvası alınınca "sayısı mütevazi olan" bir cemaat ile (kaç kişi olduğunu bilmiyoruz, 10-15 kişi olduğu tahmin edilebilir) Türkçe ezan ve tekbirlerle kılınan cenaze namazının ardından dua edilmiş ve böylece dinî tören tamamlanmıştır. Ancak bu sırada bütün fotoğraf makineleri ve varsa kameralar kapattırılmış ve herhangi bir görüntü alınmasının titizlikle önüne geçilmiş olduğunu hatırlatalım. Elimizde böyle bir fotoğraf olsaydı laiklik elden mi giderdi? Anlamak zor hakikaten.

Halbuki Atatürk'ün en yakın silah arkadaşlarından Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü'nün son anlarında ve cenaze namazlarında açıkça 'dinsel simgeler' yer bulabilmiş ve hiç de laiklik elden gitmemiştir.

Buyurun, torunu Gülsün Bilgehan anlatsın bize İnönü'nün son anlarını: "Aile fertleri, koruma polisleri, yakınlar sırayla yanına girip, sessizce Kur'an okuyorlardı.(...) Mevhibe Hanım kefen ve cenaze gereçlerini almıştı, yıllardır sandığında saklıyordu. Hocalar gerekli dini işlemleri yaptılar, koruma polisleri ve yakınların yardımıyla kütüphanede bekleyen tabuta yerleştirdiler. (...) Hareket etmeden önce hoca cemaate bir konuşma yaptı ve bahçe kapısına doğru omuzlarda tabutla yol alındı [ve] cenaze namazının kılınacağı Maltepe Camii'ne doğru uzun bir yürüyüş başladı."

Atatürk'e dinî motifleri de olan bir cenaze töreni düzenletmeyen İnönü'nün kendi cenazesinde normal bir Müslüman'a yapılması mutad olan son görevlerin eksiksizce yerine getirildiğini görünce şaşkınlığımız daha da artıyor.

Peki Fevzi Çakmak'ın cenaze töreni? Onunki zaten bir askerin değil, bir evliyanın cenaze töreni gibidir. Üzerine Kâbe örtüsü serilmiş, tabutu yüz binlerin elleri üzerinde taşınmış, İstanbul sokakları o gün Arapça tekbirlerle tam 7,5 saat boyunca inlemiş ve cenaze, Eyüpsultan Mezarlığı'na, şeyhinin yanı başına dualarla gömülmüştür.

En yakın silah ve çalışma arkadaşları böyle dinî törenlerle gömülürken, neden aynı tören Atatürk'ten esirgenmiştir? Şöyle yüz binlerin katılacağı muazzam bir cenaze namazı görüntüsü, onu bu milletin kalbinin daha derinlerine yerleştirmez miydi? Ve hâlâ devam edip giden "Atatürk dinsiz miydi?" tartışmasına bir son nokta konulmuş olmaz mıydı?

Yazılarımın sonuna kıymık yerleştirmeyi seviyor muyum ne? Buyurun Abdülhalık Renda, Refik Saydam, Fevzi Çakmak, Kemal Gedeleç, Celal Üner ve Nevzat Tandoğan imzalı 'protokol'e. Aktarıyorum: "Ebedi şef Atatürk Etnoğrafya Müzesi dahilinde muvakkaten yaptırılan medfene... 31 Mart 1939 Cuma günü saat 14.00'te konulmuştur." Nasıl? Biz 21 Kasım 1938'de konulduğunu bilmiyor muyduk Etnoğrafya Müzesi'ne? Aradan geçen 4 ay içerisinde Atatürk'ün naaşı neredeydi ki? Artık orasını da siz düşünün.

Mustafa ARMAĞAN (zaman)

Bir Turk Dunya'ya Bedel Degil(mis)

Her şey "Çuval Olayı" ile başladı....
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin güvenirliğine ilk darbe o zaman vuruldu...
"Kahraman Türk askeri" imajı yerle bir edildi...
"Bir Türk dünyaya bedel" değildi...



Sonra ikinci darbe geldi...
Dağlıca'da...
Asker baskını bilmiş "önlem almamıştı"...
Komutanlar "beceriksiz"di...Medyaya servis edilen gizli bilgilerle bu zihinlere işlendi...



Sınır ötesi harekatı da ABD kullandı.
Girerken "ABD'den icazet alan bir Türkiye" imajı yaratıldı.
Karakışın ortasında sınır geçildi...
Tam her şey yolunda derken...
ABD Başkan Yardımcısı Ankara'ya geldi...
"Çabuk çıkın" dedi...
Aslında o sırada çekilme işlemi başlamıştı...
Türk kamuoyu bilmiyordu ama ABD'de bunu biliyordu...
O zaman bu "çekilin" deyiş neyin nesiydi...
Ertesi gün patladı....
Kamuoyu "ABD istedi çekildik" propagandası ile yüzyüze geldi..
Askere yüklenildi...
Zihinlere "ABD'den emir alan ordu" imajı kazındı. .

Ve şimdi...
Aktütün...
Dağlıca'dakinin aynısı...
Yine "asker biliyordu, önlemedi" iddiası....
Yine "gizli kayıt ve görüntüler"...
Yine "aynı elin" servisi...
Yine "aynı adrese...

"Peki niye?
Kamuoyu anketleri soruya cevabı veriyor..
Türkiye'de en güvenilir kurum TSK çıkıyor...
ABD işte bunu yıkıyor...
Çünkü yeni bir düzen kuruyor...
Bu coğrafyada güçlü bir ordu işine gelmiyor...
Hepsi bu...


Hacer ALKAN (internethaber)

26 Kasım 2008 Çarşamba

Osmanli Devletinde Harem

Osmanlı Devletinde harem denilince maalesef padişahların evi ve eğlence yeri olduğu ifade edilmekte, hatta farklı fikirler neredeyse kabul dahi görmemektedir.



Bilgi ve birikimden yoksun Osmanlıya ve İslam’a düşman kişiler tarafından Osmanlı’da harem yanlış olarak aktarılmakta ve zihinler karıştırılmaktadır.





İster Topkapı, isterse Yıldız Sarayı olsun, saray denilince sadece padişahların oturdukları evleri, köşkleri akla gelmemelidir. Bu saraylar bugünkü anlamda Cumhurbaşkanlığı köşkü veya Başbakanlık konutu ve bakanlıklar gibi devlet daireleridir. Bugünkü anlamıyla Cumhurbaşkanlığı lojman veya konutu demek olan mekanlar, harem denilen yerlerdir.




Harem kelimesi anlamı itibariyle, girilmesi yasak olan yer manasına gelmektedir. Bu manadan hareketle, kadınların ikamet ettikleri ve yabancı erkeklerin girmesi yasak olan evlere de İslam aleminde harem adı verildiği gibi, yabancı erkeklere haram olan kadınlara da harem adı verilmektedir. Girilmesi yasak olan harem kısmı kadınların ikametlerine tahsis edilmiştir.




Osmanlı haremini üçe ayırmak gerekmektedir.



Birincisi asıl harem kapısına kadar olan hareme medhal (antre) kısmıdır. Bu bölümde harem ağalarının emri altındaki erkek köleler istihdam olunmaktadır. Bu bölümde birtek kadın köle yani cariye bulunmamaktadır.



İkincisi, asıl haremde yaşayan kadın efendilerin, padişah ve aileleri içindeki herkesin, hizmetçisi durumundaki cariyelerindir. Bu cariyelerin hiçbirisi ile padişahların karı-koca hayatı yaşadığı söylenemediği gibi ilgileri de kesinlikle yoktur.



Üçüncüsü, asıl haremde yaşayan ve padişahın ailesi kavramı altında toplanan kadın efendiler, yani dinen evlenilmesinde sakınca olmayan eş olarak kendileri ile karı-koca hayatı yaşayan cariyelerdir. Bu gurubun başı bazen baş kadın, bazen de valide sultan olmuştur.



Batılı bir kısım yazarların haremle ilgili kitapları, erotik romanlar gibidir. Tamamen ütopik ifadeler ve sahnelerle doludur. Batıda XVII. yüzyılda başlayan bu yazılar hiçbir bilgi ve belgeye dayanmadığı gibi, mevcut belgelerin ve hatıraların hiçbiri, bu nakledilenleri tasdik etmemektedir. İşin doğrusunu ve batılı yazarların meseleyi çarpıttıklarını, 1960’ lı yıllarda haremin restorasyonunda görev alan Fransız tarihçi olan Robert Anhegger ile evli olan Mualla Anhegger’den konumuzla alakalı bir bölümü aktarmak istiyorum:



“Haremin Avrupalıların yazıp çizdiği ile hiçbir alakasının olmadığını fark ettim. Harem Padişahın dilediği kadınla yatması için düzenlenmiş bir kurum değil. Mimarisi bile buna göre düzenlenmemiştir. Padişahın cariyeleri görebilmesi ve aralarından birini seçebilmesi mümkün değil. Kapılar, daireler ve geçişler buna göre planlanmamış. Cariyeler yirmibeş kişilik koğuşlarda yatıyor; üst kata yatan kalfaların sıkı denetimi söz konusu… Padişahın kalkıp cariyeler bölümüne geçmesi için kuş olup uçması lazım! Harem bir üniversite gibi düşünülmüş cariyeler ise öğrenci. Zaten cariyelerin yaşadığı bölümün kapısında “Allah’ım bize de hayırlı kapılar aç” yazıyor ve bu yazı doğrultusunda, çoğu padişah tarafından çeyizleri verilip evlendirilmiş. Çünkü cariye köle değil, cinsel köle hiç değil, bence doğru deyim cariyenin padişahın evlatlığı olduğudur. Ve gerçekten de evlatlık gibi hoş tutulup iyi eğittikleri anlaşılıyor. Haremin mimarisi düzenlenirken burada yaşayan herkesin bir dakika bile boş kalmaması hedeflenmiş olmalı. Harem; sanki askeri bir teşkilat. Bu askeri teşkilat düşüncesini haremi restore ederken sık sık fark ettim.. Haremdekiler son derece iyi yetişmiş, terbiye edilmiş, zeki ve yetenekli kimseler. Yalnızca güzel değil, aynı zamanda zeki de olanlar devlet kademelerinde yükselmek istiyorlar. Bunda şaşılacak yada ayıplanacak bir yön göremiyorum. Kendilerine güvenen erkekler gibi, haremin kadınları da şanslarını sonuna kadar zorluyorlar. Sanılanın aksine, yükselmek için dünya güzeli olamaya gerek yok.. Kendisine verilen eğitimi en iyi özümsemiş olan, güzel yazan, güzel konuşan, bu yarışa avantajlı başlıyor…”



(1) Prf.Dr. Ahmet Akgündüz’ün “Bilinmeyen Osmanlı” kitabı sahife:320-321Sonuç olarak günümüzdeki aydın geçinen topluma yön vermeye çalışanlardan bazılarının, televole kültürü içerisinde bir takım olumsuz örnekleri insanlarımız tarafından bilinmektedir. Bu bilgiler birkaç asır sonra XXI. yüzyılda yaşayanların yaşantıları televole kültürü biçimindeydi dense, şu anki toplumun büyük bölümü bu durumu benimsememiş olmasına rağmen sanki kabul görmüş gibi sunulabilir. Pekala bu sunum doğru olur mu? Elbete ki olmaz.. Aynen bunun gibi Osmanlı’da harem konusu da çarpıtılmıştır. Gerçekleri izah etmeye çalıştım. Ümit ediyorum ki yararlı olmuştur.. Geçmişini bilmeyen, geleceğe emin adımlarla gidemez..


Alıntıdır..

Dolmabahce'den Anitkabir'e


Dolmabahçe’den Anıtkabir’e” Sergisi Rahmi M. Koç Müzesi’nde devam ediyor. Sergi için son 7 gün.



Ulu Önder Atatürk’ün ölümünün ardından ebedi yolculuğuna uğurlanmasının kronolojik olarak sergilendiği Dolmabahçe’den Anıtkabir’e sergisi için son 7 gün. Rahmi M. Koç Müzesi’nde ziyaretçilerini bekleyen sergi 30 Kasım’da son bulacak.


Haliç Kıyısı’nda, tarihi bir alanda geçmişten günümüze sanayi, ulaşım ve iletişim araçlarını sergileyen Rahmi M. Koç Müzesi, yeni sergi salonunda da yerli ve yabancı pek çok sanatçının çalışmasına ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Koleksiyoner Necmettin Özçelik’in uzun yıllar verdiği çabalar sonucu oluşturduğu bu kapsamlı ve değerli koleksiyon “Dolmabahçe’den Anıtkabir’e ” adı altında, Ulu Önder Atatürk’ün ölümünün 70. yılında sergileniyor.



Atatürk’ün hayata gözlerini yumduğu Dolmabahçe Sarayı'nda naaşını ziyaret edenlere, cenaze arabasının İstanbul’un sokaklarından Ankara’ya hareketine ve 1953 yılında Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e nakline kadar her aşamaya ait birbirinden çarpıcı fotoğraf ve belgelerlerle oluşturulan Sergide ayrıca, dönemin gazeteleri, farklı yıllarda yapılan 10 Kasım anma törenlerine ait belge ve fotoğraflar da ziyaretçilere gösteriliyor.



Sergi alanında fotoğraflar dışında; Atatürk’ün ölümü sonrası diğer devlet adamlarının ilettikleri mesajlar, yurt içi ve yurt dışındaki ülkelerin bastırdığı özel pullar ve İsmet İnönü’nün Atatürk’ün ölümü üzerine yazmış olduğu metin serginin dikkat çekecek diğer önemli bölümleri arasında geliyor.


Geniş bir fotoğraf arşivi ve o döneme ait gazetelerden oluşan bu özel sergiyi 30 Kasım tarihine kadar Rahmi M. Koç Müzesi’nde ziyaret edebilirsiniz.



İnternethaber

"Ataturk Q Harfini Sevmez" miş


Efendim, Harf Devrimi kararı verilmiş. Türk alfabesinin harfleri belirleniyor. Arap alfabesinde bir kaf var, bir de kef.. Falih Rıfkı Atay başta, gençler, “k” harfinin ikisini de karşılayacağı inancında.



Tasarı Atatürk'e sunulmuş. O gece Ata'nın ünlü sofrasında konu bu harfler tabii. Başından beri Latin harflerine karşılığı ile bilinen Kazım Özalp Paşa dertli. Kaf ile Kef'in aynı harfle temsilini kabul edemiyor.




“Q harfi olmazsa ben imzamı nasıl atacağım paşam” diye soruyor Atatürk'e. Okyanusu geçmiş Atatürk. Yeni bir sorun istemiyor. “Bir harften ne çıkar onu da kabul edelim” diyor.


Diyor ama içindeki burukluğu Falih Rıfkı biliyor.




Atatürk imzasında küçük harfler kullanıyor. gazi m.kemal diye atıyor imzasını önceleri. Sonraları k.atatürk diye. Ve Q'nun küçük harfi q'yu sevemiyor bir türlü. Eli “k” yı daha görkemli buluyor, imzasında. Falih Rıfkı, Atatürk'ün bu zaafını iyi kullanıyor ertesi gün ve Ata'yı yeniden ikna edip Q harfini gene çıkarttırıyor alfabeden...


Falih Rıfkı “Bereket Atatürk q'nun büyük harfi Q'yu kullanmıyordu. Çünkü Q, K'dan çok daha gösterişli bir harfti” diye anlatır sonraları...



Alıntıdır...

Template by - Abdul Munir | Daya Earth Blogger Template