--

24 Aralık 2008 Çarşamba

Sivas Katliami ve Sivas Madimak Olaylari - Alevi Katliami

Sivas Katliamı veya Sivas Madımak Olayı, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli'nin kuşatılıp yakılması ve dolayısıyla şehirde bulunan 33 yazar, ozan ve aydının yakılarak katledilmesi ve oteli ateşe verenlerden de ikisinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan olaylar zinciridir.

Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında etkinliklerin bir bölümünün de Pir Sultan Abdal’ın sazının çalındığı Sivas şehir merkezinde yapılması öngörülmüştü. Bu kapsamda pek çok aydının yanı sıra Aziz Nesin bu etkinlik nedeniyle dönemin Sivas valisi Ahmet Karabilgin'in özel davetlisi olarak bu kente gelmişti.




2 Temmuz 1993 günü organize biçimde öğle saatlerinde Paşa ve Meydan camilerinde çıkan gruplar önce etkinliklerin yapıldığı Kültür Merkezi’ne ulaşarak, bir gün önce dikilen anıtı kısmen tahrip etti. Kültür Merkezi içindeki karşıt grupla çıkan taşlı sopalı çatışma, polis tarafından fazla büyümeden, zor kullanılarak önlendi.




Hızını alamayan ve sayısı yaklaşık 10.000'e ulaşan saldırgan grup, Kültür Merkezi’nden yeniden Hükümet Meydanı’na geldi. Hükümet Konağı’nı taşlamaya ve slogan atmaya başlayan grup ardından Madımak Oteli civarına ulaşarak, slogan atmaya devam etti. Grubun sayısı akşam saatlerinde 20.000'e yaklaştı. Grup önce Madımak Oteli önündeki araçları ateşe verdi ve oteli taşladı bunun sonucunda taşlanarak camları kırılan Madımak Oteli'ne sıçrayan yangın sonunda otele sığınmış olan aydınlardan, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen,Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin'in de bulunduğu 37 kişi yanarak veya dumandan boğularak yaşamını yitirdi. Aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu 51 kişi de olaylardan kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla kurtuldu. Başından yaralanan Aziz Nesin'i linç edilmekten araya giren polisler kurtardı. Yaralılar, polis arabalarıyla Tıp Fakültesi Hastanesi`ne götürüldü.

Olaylar sonucunda 33 konuk, 2 otel görevlisi ile 2 saldırgan yaşamını yitirdi. Gene olaylar sırasında Atatürk - Kongre ve Etnografya Müzesi önünde bulunan Atatürk büstü tahrip edildi. Akşam saatlerinde valilikçe ilan edilen ”2 günlük sokağa çıkma yasağı” ile birlikte, güvenlik güçleri şehirde tam bir hakimiyet sağlayabildi.



Sivas katliamında ölenler

Ataturk'den Ders

Bugünlerde "özür diliyoruz" kampanyası ile Türkiye yine bir "azınlık" sendromu yaşamaya başladı. İşte bu dönemde Atatürk ile İnönü arasında yaşanan bir olay ders niteliğinde. Sabah'dan Yavuz Dona o anekdotu şöyle aktarıyor;


Başbakan İnönü saat 18.00 sularında Florya Köşkü'nde Atatürk'ü ziyaret etmiş:

- Hayırdır İsmet... Habersiz geldin.

- Paşam, azınlıklar meselesi... Konuyu Meclis'e getireceğiz... Ne diyorsunuz?

- İsmet bugün geç oldu... Yarın sabah erkenden gel, konuşalım.


İnönü çıkınca Atatürk "bütün görevlileri" toplamış:

- Sadece laleler kalsın... Bahçedeki diğer bütün çiçekleri sökün, atın... Derhal.

İsmet Paşa sabah gelmiş, bahçenin "halini" görmüş ve "görevlilere" sormuş:

- Ne oldu böyle?

- Gazi Paşa Hazretleri emrettiler, söktük. Başbakan İnönü, Cumhurbaşkanı Atatürk'ün odasına girmiş:

- Paşam, bahçenin durumu nedir?

- Azınlıkları söküp attım İsmet.

İnönü "anladım" dercesine başını öne eğmiş:

Atatürk:

- İsmet, ben "Ne Mutlu Türküm Diyene" sözünü boş yere söylemedim... Kendini Türk hisseden herkes bu vatanın öz evladı... Ben hayatta olduğum sürece bu böyle bilinsin... Ve sakın azınlıklar ile ilgili bir kanun çıkarılmasın.


"Bunları" dün bize Ateş Ünal Erzen anlattı. "İnan Kıraç'tan dinledim" dedi. Belediye Başkanı Erzen, Ermenilerin "Sevgi Sofrası" adını verdiği kutlamalarda bu "olayı" anlatmış. Dinleyenler ağlamaya başlamışlar.


(internethaber)

23 Aralık 2008 Salı

Birinci Mesrutiyet ve Sultan Abdulhamid

Yakın tarihe ilişkin aykırı yorumlara Türkiye`nin henüz alışık olmadığını, bu yüzden yakın tarihe ilişkin yorumlarda, tarihçinin, kendini tümüyle özgür hissedemediğini belirttikten hemen sonra hatırlatalım ki, 23 Aralık tarihi (1876) Birinci Meşrutiyet`in yıldönümüdür. Hem bu münasebetle, hem de Şerife Duyar`dan gelen soru münasebetiyle konuyu kısaca tahlil etmeyi deneyeceğiz. ? Osmanlı Devleti`nin yönetim mantığı, padişah, sadrazam ve meşihattan oluşan üç temele oturmuştu: Padişah bir orkestra şefi ahengi içinde devlet ve siyaset koordinatörlüğü yaparken, sadrazamla ona bağlı birimler icra işlevi görür, meşihat makamı ise ülkenin her yerine dağılmış iyi eğitimli mensupları ile birlikte hem yargı işlerine, hem de devletin denetim işlerine bakarlardı? Padişah`ın denetlenmesi de buna dahildi. Şeyhülİslamlar, gerektiğinde (Yıldırım Padişah`a karşı Emir Sultan, Yavuz Padişah`a karşı Zembilli Hoca, Dördüncü Mehmed`e karşı Abdullah Efendi ve diğer pek çok örnekte görüldüğü gibi) padişaha meydan okuyabilme gücüne sahiptiler. Meşihat makamının bağımsız çalışması konusunda devlet o kadar titizdi ki, yükseliş devrinin padişahları, şeyhülİslamı görevden alma yetkisine sahip değillerdi. Ayrıca devlet, İslam`ın öngördüğü `meşveret` esasını ihya hususunda da son derece istekli ve duyarlıydı. Üst düzey sorumluların katılımıyla periyodik olarak toplanan `divan` dışında, yalnızca özel günlerde gerçekleştirilen `Ayak Divanı`, padişahla sadrazam başta olmak üzere tüm devlet yöneticilerini (devleti) doğrudan halkın denetimine açan emsalsiz bir uygulama idi. Buralardan hareketle, fazla kendimizi zorlamadan söyleyebiliriz ki, hem halka hesap vermeyi, hem de halkı yönetime katmayı amaçlayan bu yöntem, bugünkü katılımcı demokrasinin temellerini oluşturuyor. Bu yüzden, Batı`nın kanlı geçişler yaptığı meşrutiyete Osmanlı Devleti, kan dökmeden geçti. Sonuçta İslam`ın ve İslam`da temellenmiş devlet geleneğinin öngördüğü bir yapılanmayı gerçekleştirecekti. Tabii ki geçiş daha sancısız ve kalıcı olabilirdi; ne var ki genç aydınların sabırsızlığı bazı arızaları giderecek daha yumuşak bir geçişe izin vermedi. Tanzimat`ı (03 Kasım 1839) alkışladıkları halde aradıklarını bulamayan genç hevesler, (çoğu gazeteci ve edebiyatçı gençlerden oluşuyordu) meşrutiyeti aynı heyecanla `yegane kurtuluş çaresi` olarak gördüler ve sundular. Ne var ki, yeni `kurtuluş` yolu da hüsrana çıkacaktı. Hüsranın pek çok sebebi olmakla birlikte, geniş tarihsel tartışmalara sütunumuzun dar hacminin elverişsizliği sebebiyle, ancak şu kadarını söyleyebilirim ki; Osmanlı aydınları arasında meşrutiyet yönetimine geçilmesi isteğinin temelinde yatan `Osmanlılık` fikri, çok uluslu bir imparatorlukta, özellikle milliyetçi düşüncelerin yoğunlaştığı ve bunların dış dünya tarafından beslendiği bir dönemde birleştirici-bütünleştirici olamazdı. Nitekim de olamadı: Sadece Osmanlı`dan kopmaya, koparken de bir şeyler koparmaya çalışan azınlık unsurları teşvik etti. Bu da çöküşü hızlandırdı. Düşünün ki, aynı tarihlerde (ve daha sonrasında da) İngiltere, Britanya Adası`nı meşruti bir sistemle yönetirken, sömürgelerinde farklı yönetim biçimleri uyguluyordu. Doğaldır ki, devletle aralarında doğru dürüst vatandaşlık bağı bile bulunmayan azınlık unsurlar meşrutiyeti, birleştirici-bütünleştirici bir mantık çerçevesinde algılamayacaklar, daha ziyade kendi istiklalleri için bir fırsat olarak değerlendireceklerdi. Sultan İkinci Abdülhamid bundan daima endişe duyduğu için, bir müddet ayak sürçtü. Biraz daha derin hazırlık istiyordu. Ne çare ki, derdini kimseye anlatamıyordu. Sonunda meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı. (23 Aralık 1876) Bundan böyle devletin bir `Kanun-i Esasi`si (anayasa), Meclis-i Meb`usan (Millet Meclisi) ve Ayan(Senato) olarak iki meclisli bir parlamentosu olacaktı. (Her 50 bin erkek nüfus 1 milletvekili çıkarıyordu. Ayan Meclisi bunun 1/3 oranındaydı) Kanuni ve Fatih kanunları hiç dikkate alınmadan, daha çok Rus Anayasasına bakılarak bir anayasa hazırlandı. 1876 Anayasası, özellikle insan hakları açısından, kendi devrinin şartlarını zorlayan ileri bir anayasa sayılabilir. Ne var ki, (tıpkı `uyum yasaları` gibi) yazmak başka, uygulamak başkadır. Uygulamada her şey eski tas eski hamamdı. Çünkü devlet kadroları ile millet eğitimsizdi, (Sultan Abdülhamid eğitim hamlelerini boşuna yapmadı) üstelik devlet çarkları laçkalaşmış, açıkçası bünye, belki de bir yenileşmeyi kaldıramayacak derecede yorulmuştu. Pansuman tedbir değil, bir zihniyet devrimi lazımdı. Bunun için de geleneksel yapıyı modern yönetim tarzıyla uzlaştırıp yeniden biçimlendirecek bir yapılanma gerekiyordu. Bunun için de zaman lazımdı. Halbuki, çoğunluğu gazeteci-edebiyatçı gençlerden oluşan ve ordu içinde kendilerine dayanaklar bulup güçlenen Avrupa meraklısı bir grup entelektüelin aceleleri vardı. Meşrutiyeti hemen istiyorlardı. Sonuçta devlet de, millet de hazırlıksız yakalanmıştı. Kısacası, meşrutiyet talebi tabandan gelme değil, tepeden inmedir! Bu yüzden de ömrü çok kısa oldu. Bir de Meclis`e giren azınlıklara mensup kimi milletvekilleri Batı`dan aldıkları rüzgarla şımarıp Osmanlı Devleti`nden çok kendi azınlık haklarını öne çıkarınca, ipler koptu. Aralarında ortak sevgi noktaları neredeyse hiç kalmamış çeşitli kavimlerin temsilcileri neredeyse her oturumda kavgaya tutuşup, milliyetçilik fikri `Osmanlılık` fikrinin önüne geçince, bu gidişi fevkalade mahzurlu gören Sultan İkinci Abdülhamid, yine 1876 Anayasasının kendisine verdiği yetkiyle, Meclis-i Meb`usan`ı süresiz tatil etti. (12 Aralık 1908) Birinci Meşrutiyet Meclisi sadece bir yıl bir ay yaşayabilmişti.


(Yavuz Bahadıroğlu)

Kubilay (Menemen) Olayi - Mustafa Sengonul

Mustafa Şengönül'ün anılarından;

Ben Menemen'de marangoz çırağıydım. Dükkanı açmaya gittim. Karşımda uncu Mehmet Efendi vardı. Belediye Meclis üyesiydi. Bana 'Dükkanı açma, eve git. Çarşıda bir karışıklık var' dedi. 'İzmir'den 70 bin kişi harekete geçti. Burayı işgal edeceklermiş' diye duyduk.


Ben dükkanı açmadan döndüm. Ama sonra meraktan geri gittim. Köşeden baktım, direğin etrafında 7-8 kişinin döndüğünü gördüm. Menemenli değillerdi. Bazısı sakallı. Aralarında genç olanlar da vardı. Bozalan'da kazandıkları parayla esrar alıp içmişler diye duyduk sonradan...

Ellerinde silah vardı.


Bekçi Hasan'ı kafasından vurdular. Yere düştü. O zaman millet kaçtı. O ara Kubilay alaydan bir manga askerle gelmiş. Ben Kubilay'ı tanıyordum. Bizim mahallede otururdu, yüksekte, Dermandağı'nda ev tuttuydu, gidip dönerken bizim evin önünden geçerdi. Uzun boyluydu. Kubilay askeri yolun kenarına bırakmış, adamların yanına gitmiş.'Ne yapıyorsunuz burada?' diye sormuş. Adamlardan birine tokat atmış. Bunun üzerine ateş etmişler Kubilay'a, yaralanıp yere düşmüş. Silah patlayınca asker kaçmış. Cephanesizmiş. Kubilay sürüne sürüne cami avlusuna girmiş. Arkadan gelip kafasını kesmişler. Ben kanları gördüm sonradan... Karşıda eskici Kamil vardı ondan ip alıp kafasını bayrağın üstüne bağlamışlar.


Fabrikada çalışan bir Musevi vardı, oradan geçerken 'Sen de bayrağın altından geç' dediler. Bayrağın altından onu da geçirdiler. Karşıda Molla Osman'ın çalıştığı bir büfe vardı, ondan sigara aldılar.


Sonra ahaliye mecburi alkış yaptırdılar. Millet '70 bin kişi geliyor' korkusundan yaptı. Hepimiz korktuk. Meğer adamlar sarhoşken böyle demişler, hepsi yalanmış. Ordu, haber alınca geldi. Kahvenin oraya mitralyözü koydular, bunlara ateş ettiler, kimi yaralandı, kimi öldü. Manisalı genç olan, mezbahanın oradan kaçtı.


Sonra sokağa çıkma yasağı kondu. Şimdiki Kubilay okulunun orada mahkeme oldu. Her gün benim dükkanın önünden geçiyorlardı. 4-5 jandarma bir kişiyi götürüyordu. Elleri kelepçeliydi. Sakalları uzamıştı.


İstanbul'dan bir şeyh geldi, o da mahkemelik oldu. Bunların asılacağı gece 'Yarın hepimiz asılıyoruz' demiş, kendisi de o gece mahpusta ölmüş. Ben hepsinin asıldığını gördüm. Sabah geldiğimde caminin yanından Kabak Pazarı'na kadar 8-10 kişi vardı. İstasyonda 7 kişi vardı. Tren yolunda böyle boydan boya asılmışlardı. Kamil de istasyonda asılmıştı. Önlerinde bir kağıt vardı, ne suçu olduğu yazılıydı. Manisalı bir çocuk, Kubbeli bakkalın önünde asılmıştı. Suçsuz olanlar da asıldı. 'Neden sigara verdin?', 'Neden ip verdin?' diye Kamil'le Molla Osman'ı astılar. Halbuki Menemen içinden o hadiseye karışan kimse yoktu. Sonradan bir emir gelmiş 'Menemen'i yakın' diye. Onu duydum. Korktuk tabii... Manisa'dan her sene otobüslerle gelip miting yapmaya başladılar. Çok şeyler söylediler bize, ama katlandık. Çünkü Menemenlilerin bu işte zerrece günahı olmadığını onlar da bilmiyordu."

(milliyet)

Kubilay (Menemen) Olayi - Sabahat Erkal

Sabahat Erkal'in anılarından;

Babam Sabri Bey, Seferihisar'dan Menemen'e posta müdürü olarak atandı. İlkokulu bitirince 14 yaşında postanede çalışmaya başladım. Kubilay okulunun karşısındaki bir Rum evinde oturuyorduk. Menemen mutaassıp küçük bir kasabaydı. Biraz gericiliği vardı. Mesela şapkaya karşı çok düşmanlık vardı. 'Şapkayı gavurlar giyiyor, biz nasıl giyeriz?' derlerdi.O gün babam sabah 5'te postaneye gitmiş. Kahvenin önünde 6 kişinin hu çektiğini görmüş. Bunlar esrarkeşmiş, içip içip köylerden silah bıçak topluyorlar, şehre girince 'Biz mehdiyiz. Arkamızda 70 bin kişi var, Müslümansanız bu bayrağın altından geçin, yoksa kurtulamazsınız' falan diyorlarmış. Babam Kaymakam'ın evine gidip durumu anlatmış. Alay Kumandanı'na gitmişler. Kumandan, hemen 'Cephane alın ve Hükümet meydanına gidin' diye emir vermiş. Kubilay'ı görevlendirmişler.Kubilay bir manga askerle meydana gitmiş. Gençlikten olsa gerek, hemen 'Ne istiyorsunuz?' diye birinin yakasına yapışmış. Fakat içlerinden biri silahı ateşleyince Kubilay ayağından vurulmuş. Askerler de ellerinde süngü olduğu halde kaçmışlar. Kubilay sürüne sürüne yakındaki camiye kaçmış, musalla taşına yaklaştığı sırada Mehmet'lerden birisi (bunlar dört Mehmet, iki Zeki idi) gidip bağ bıçağıyla kafasını kesmiş. Civardaki dükkanlardan sopa, ip istemişler. Kafayı sopanın ucuna asmışlar. 'Biz mehdiyiz' deyince halk da inanmış.Biz pencereden seyrediyorduk, geçenler kaçışırken 'Kafayı değneğin ucuna takmışlar, gözlerini açıp kapatıyor' diyordu, çok fena oluyorduk. Böyle bir kargaşa... O sırada babam geldi eve, anneme 'Kadriye, siz hemen ev sahibinin evine geçin, memur ailelerine karşı bir hareket var' dedi. Bu arada iki bekçi de vurulmuştu. Kubilay'ın cenazesinde onlar da vardı arkada...Adamlar, 'Arkamızda 70 bin kişi var' dediğinden çalılar, bağlar, her yer arandı. Hatta komutan tepelere toplar, tüfekler yerleştirdi. Şimdiki Kubilay İlkokulu'na kurulan Divan-ı Harp mahkemesinde ben şahitlerin ifadesini yazıyordum. Köyden gelen adamlara, hocalara 'Allahınız kim?' diye soruyorlardı. Onlar da 'İstanbul'da Esat Hoca' diyordu. Mehdi diye bunlara tapmışlar.Esat Hoca'yı İstanbul'dan sedyeyle getirdiler. 90 yaşındaydı, eceliyle ölür diye asmadılar. Zaten çok yaşamadı, öldü. İdam edilecekleri gün babam dışarı çıkmadı, bizi de çıkarmadı. İbret için ortalığa asmışlar. Asılanlar içinde adamlara sigara, kazma, ip verenler de vardı. Babama durumu haber verdiği için İçişleri Bakanlığı takdirname verdi. Maaşına zam yapıldı. Sonradan duyduk ki, Atatürk Manisa, Menemen çevresinden trenle geçerken penceresini bile açmazmış. Biz istasyona giderdik onu görelim diye, göremezdik."

(milliyet)

Kubilay (Menemen) Olayi - Sami Ozyilmaz

Sami Özyılmaz'ın anılarından;

Eniştem bakkaldı. Sabah dükkanı açmış. 'Menemen'in etrafını 70 bin Arap'ın çevirdiğini' duymuş. Eniştem 'Gel dükkanı kapatalım' diye beni kaldırdı. Dükkanı kapattık. O eve gitti. Ben Hükümet'in (Vilayet'in) önüne gittim. 6-7 kişi vardı orada... Normal adamlardı, kafaları kasketli, omuzlarında çanta var. Birinin eli silahlı... Ellerinde bir bayrak... Musabey köyünün Çarşı Camii'nden almışlar sabah namazında... 'Öğlene kadar o bayrağın altından geçen geçecek, geçmeyen kılıçtan geçecek' diyorlarmış.Millet etraflarını çevirmiş. Ben köşeden onlara bakıyorum. Epey durdular. Hükümet tarafından ya da büyüklerden kaymakam, hoca falan gelse, sivillere 'Yakalayın bu adamları' dese, yakalarlardı. Ondan sonra telefon ettiler Alay'a... Bir manga asker geldi karşı sokaktan... Asker süngüyü taktı. Siviller açıldı. Orada Kubilay askere süngüyü taktıktan sonra 'Hücum' dese, hepsi süngünün ucunda kalacaktı. Bir silah patladı. Bir tek el ateş edildi. Kubilay ayağından vuruldu. Asker geri kaçtı. Millet kaçıştı. Kubilay önce Hükümet'e giriyor, kapılar kapalı. Oradan geri, camiye dönüyor, cami avlusundaki taşın dibinde düşüyor. Bunlar da gidip başını kesiyorlar. Sonra askere telefon ediyorlar Hükümet'ten... Asker geliyor. Kahveden onlara makineleri tüfeklerle ateş ediyor. Hepsi esrarkeşmiş zaten. Asker hepsini vurdu, yalnız bir tanesi kaçtı, onu gördüm. Sonra bütün cesetleri topladılar oraya... Halk toplandı, jandarmalar, subaylar geldi, ölülerin torbalarından esrar çıktı, parça parça... Ben de esrarı ilk orada gördüm. Cesetleri kamyonlarla götürdüler. Sonra sıkıyönetim oldu. Kaçan adamı bulmak için haftalarca nöbet tuttuk. Evleri aradılar tek tek... Manisa'da bulundu. Bir oduncunun ekmek torbasını almış. Oduncu da ihbar etmiş, yakalanmış orada... 28-29 gün sonra... Mahkemeye getirdiler. Adama bizi gösterip 'Bunlardan kimse var mıydı?' diye sordular. O da bakıp 'Bu vardı', 'Bu yoktu' diyordu. 'Var' dese yandın.. Ben şofördüm. Mahkemenin emrinde akşam iki araba nöbet bekliyorduk. Adam kimin ismini söylediyse 'Getirin' diye telefon ediyorlardı. Getiriyorduk, içeride mahkeme ediyorlardı.Onların asılacağı gün, nöbet yine bendeydi. Korkudan otomobilin dışına çıkmıyordum. Hep seyrettik, üzüldük. Hükümet'in altında Birincieller'in evi var, önce onu astılar: Manisalı Hocazade Ahmet Efendi... Astıktan sonra önüne ismini asıyorlar. Ondan sonra geldik akasyaların altında birini astılar. Sonra Ali Efendi'yi tütün satılan barakanın yanında astılar. Adamlara mecburen cigara satan Molla Osman'ı astılar. O çok bağırdı asılırken 'Kurtarın' diye, askerler vaziyet aldı. Ondan sonra sırayla asıldı, asıldı, ta çarşının içine kadar hepsini gördüm.Kamyonlarla atıp mezara götürdüler öğlene kadar... Bence asılanlar içinde suçlu olan yoktu. 6-7 tane sarhoşun işi... Bunlar içinde Menemen'den bir Gazozcu Abbas vardı, bir de Kubilay'ın kafasını bayrağa asmakta kullandıkları urganı elinden aldıkları çocuk...Olaydan sonra bizi caminin önünde topladılar. Sivil birkaç kişi vardı, bir de alay komutanı paşa... Orada gözlüklü bir sivil "Menemen'i toprak halinde (yerle bir) görseydim, iftihar ederdim" dedi.. Bunlar gelmeden Menemen'de gericilik yoktu. Ama parti meselesi vardı. Serbest Fırka kazanmıştı.. Onun intikamı mı, bilmem.. Bildiğim şu ki Menemen'in bu işte hiçbir suçu yok. Zaten içlerinde Menemenli de yok."

(milliyet)

22 Aralık 2008 Pazartesi

Asala Suikastleri-Yilmaz Colpan Suikasti

Suikastinin yıldönümünde Yılmaz Çolpan'ı hatırlatmak istedim;

Paris'te bir suikast sonucu hayatini kaybeden Turizm ve Tanıtma Müşavirimiz Yılmaz Çolpan, 13 Mayıs 1928'de Gönen’de doğdu. İlk ve ortaöğreniminden sonra Ankara'da Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Fransızca bölümünden mezun oldu. 1951 yılında Basın Yayın Genel Müdürlüğünde mütercim olarak çalışmaya başladı.

1970 yılında Paris'e Basın Ataşesi olarak giden Çolpan, 1971-1974 yıllarında da Brüksel'de Turizm ve Tanıtma Ataşesi olarak görev yaptı. 1975 yılında yurda döndü, Tanıtma Genel Müdür Muavinliği görevini yürüttü ve ertesi yıl Tanıtma Genel Müdürü oldu. Turizm Bakanlığının en yetenekli ve dinamik görevlilerinden biri olarak tanınıyordu.

İki bucuk yıldan beri Türkiye’nin Paris Büyükelçiliği Turizm ve Tanıtma Müşavirliği görevinde bulunan Çolpan, 1981 yılında Ankara'ya dönecekti.

Yılmaz Çolpan, 28 yıldır devlet hizmetindeydi. Çok çalışkan ve takdir edilen bir yüksek görevlimizdi. Paris'te de çok başarılıydı. 22 Aralık 1979 tarihinde Champs-Elysees caddesinde bürosunun bulunduğu 94 numaralı bina önünde ASALA Mensubu Ermeni bir terörist tarıfından uğradığı silahlı saldırı sonucunda şehit edilmiştir. Öldürüldüğünde 51 yaşındaydı. Evli ve biri 16, diğeri 8 yaslarında iki kız çocuk babası idi.

(fakulteler.atauni.edu.tr)


Kısaca Asala;

Ermeni aşırı sol terör örgütü, bağımsız bir Ermenistan devleti kurulması ve 1915 yılında gerçekleştiği iddia edilen sözde ermeni soykırımının kabul ettirilmesi için çalışmıştır. 1975 yılında Beyrut'ta kurulmuş ve birçok Türk diplomata suikast düzenlemiş ve bombalı saldırılara kalkışmıştır. Birçok terör eylemine rağmen ABD, Avrupa Birliği, Rusya, Birleşik Krallık tarafından terör listelerine girmemiştir.

(wikipedia)

Ergenekon ve İttihat Terakki Cemiyeti Arasindaki İliski

Ergenekon aslında Türk'lerin zor bir dönemde gizlendikleri ve dünyayı fethe hazırlandıkları yerin adıdır. Günümüzde ise Gladio, Kontrgerilla aşamalarından geçip Türkiye'nin en güçlü ve gizli örgütü olan; Türkiye'yi koruma ve kollama sevdası bulunan; yaptığı ve yapma ihtimali bulunan yanlış işlerle yeni ve sivil İttihat ve Terakki Cemiyeti olmaya aday; devletin derinlerinde bir yerde kendisine ulaşılamayacak şekilde gizlenen; yeniden yapılanma raporları hazırlatabilecek kadar çağdaş yönetim tekniklerine aşina; her türlü kir,li işle para kazanabilecek kadar geniş; kazandığı kirli parayı aklayabilecek kadar finans sektörünün içinde; medyayı ve toplumu yönlendirebilecek kadar toplum mühendisi; yurtdışında dahi olsa fazla eğitim alanlardan rahatsız olduğu için insan kaynaklarını daraltıp vadiden topladığı mafya özentisi gençlerle idare eden; gerektiğinde suikastler yapabilecek; içerisi mason, emekli askerler, kafatasçılar, üçkağıtçı tüccarlar, zehirli atık sanayicileri, güdümlü sivil toplumcular, uyuşturucu zengini nakliyatçılar, küçük bir ordu sayısına yaklaşan özel güvenlikçiler, andıçlanmış medyatörler dolu gerçekten belalı bir kurumumuzdur.

Bildiğiniz gibi Osmanlı Devleti'nin görebildiği son ve başına gelen en kötü şey, İttihat ve Terakki Cemiyetinin ilkin ihtilal yapıp sonra partileşerek Osmanlı Devleti'ni berbat bir şekilde yönetip, önce ordusunu Balkanlarda çeteler karşısında hezimete uğratarak Osmanlı'nın yani bizim Avrupadaki topraklarımızı harcayıp, ardından daha fazla toprak hevesiyle 1. sömürgeciler savaşına doludizgin hem de kimseye haber vermeden girip, bu sefer elde kalan son topraklarımızı da sömürgecilere istemeden de olsa takdim ederek, ihtişamlı bir devlet ve devrin daha tarihin tozlu sayfalarına gömüldüğüdür. Fakat bu millet içinden bir Atatürk ve bir ordu daha çıkarmış, küllerinden doğan anka kuşu gibi yeni bir devlet kurarak bileğinin hakkıyla kendi topraklarına sahip çıkmıştır. Ama giden gitmiş Türklerin kurduktan sonra yıkılmasına sebeb oldukları devletler serisine bir tane daha eklenmiş, acılarımız ve kayıplarımız kolayca telafi edilememiştir.



Bu noktada son aylarda olan olayları nazar-ı dikkatinize celbederek, torunlarımızın bu konu hakkında neler diyeceklerini ve yeni bir Atatürk çıkarıp çıkaramayacağımızı hesaba katarak soruyorum:

Kıssadan Hisse

Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

' Tarih ' i ' tekerrür ' diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? Mehmet Akif Ersoy

(hafif.org)

21 Aralık 2008 Pazar

Isparta Egirdir Dag Komando Okulu

Ispartanın Eğirdir ilçesinde kurulu ve Türkiyede komandoların mabedi olarak anılan birlik.

Okulda ağırlıklı olarak subay ve astsubaylara eğitim verilir. eğitim verilen alan çok geniştir, bu alana Eğirdir, Barla, Aksu, Aarkikaraağaç, Yenisarbademli gibi ilçeler de dahildir.


Bu okulda görülecek en kral kurs komando ihtisas kursudur, bu kursa komando eğitiminin yanında kayak, su üstü, sertifikalı cankurtaran ve paraşüt eğitimi de dahildir. Komando ihtisas kursu gören kursiyerler bu bölgelerin büyük bir kısmını yürüyerek, bazı kısımlarını ise kara, deniz ve hava vasıtaları ile kullanırlar ve ilave olarak kayseriye hava indirme taburuna paraşüt atlayışına giderler.


Dag komando okulundaki eğitimler hava şartlarından nadiren etkilenir. Yağmurun her türlü şiddetlisi, insafsızı, şimşeklisi, yıldırımlısı ve fırtınalısı eğitimlere ara verdirtemez veya erteleyemez. sağnak yağmurun altında ve arazideki bir eğitimde dersi veren yüzbaşının yağmurda daha fazla ıslanmamak için değil de dışarıdaki işi için dersi erken bitirmek istemesi gayet olağandır.


Yüksek bir dağın zirvesindeki kayalıklarda eğitim yaparken bastıran şimşekler ve yıldırımlar sadece telsizleri kapatmanıza ve tüfekleri yere bırakmanıza sebep olur, eğitim devam eder.



Kar yağışı zaten bazı eğitimler için gerekli olduğundan herhangi bir engel söz konusu değildir. Kar fırtınasında ise sırf görüş on metrenin altına düştüğü için eğitim iptal edilebilir veya ertelenebilir.




Dag komando okulunda verilen dağcılık eğitimi üst seviyededir. Arazide fazlasıyla imkan bulunmakla beraber son yıllarda yapılan yaklaşık 60 metre yüksekliğindeki kule ise dünyada eşi benzeri bulunmayacak bir tesis niteliğindedir, bu kulede her türlü dağcılık eğitiminin yanı sıra telden suya iniş ve basınçlı su altında geçiş gibi fantezi sayılabilecek eğitimler de verilir.





Okulun hemen dibinde bulunduğu ve Isparta tarafından gelirken daha Eğirdir bile görünmeden kendisini fark ettiren sivri tepe, üzerindeki Türk Bayrağı kendini gösterir. İlk gördüğünüzde oldukça dik olan bu tepeye hayran kalırsınız fakat kurs kapsamında bu tepeye tırmanacak olduğunuzu öğrendiğinizde hayranlığınız bitiverir. tepe aslında fazla yüksek görünmez fakat bazen askerler bayrağı ve yazıyı boyamaya çıkarlar, karınca gibi göründükleri zaman ve yukarıdan düşürülen bir malzemenin neredeyse dakikalarca aşağıya inmediğini görmek size oha dedirtir.






Komandolar haricinde kurs görenler arasında kara havacılar da vardır. Gördükleri hayati idame kursunun zorluğu, süresine oranlanırsa, Türk silahlı kuvvetlerinin en ağır kursu olacağı görülecektir.
Zaman zaman dost ülke yabancı personeli de kurs görmektedir.
Isparta Eğirdir Dağ Komando Okulu Eğitimlerinden Bir Video:








Güçlüyüz Cesuruz Hazırız

20 Aralık 2008 Cumartesi

Tusam Bildirisi:Kimseye Ozur Borcumuz Yok

Bizim Kimseye Özür Borcumuz Yok !

TUSAM – Türkiye Ulusal Güvenlik Stratejileri Araştırma Merkezi Basın Bildirisi


dedelerimize ''katil''diyen ermenilerden niçin özür dileyeceğiz?

BÜYÜK TÜRK MİLLETİ,

Evet, öncesi ve sonrası ile 1915 yaşanan bir “büyük felaket”in adıdır. Felaketi yaşayan da Müslüman Türk Milleti’dir: Amerikalı nüfus bilimci Prof. Dr. Justin McCARTHY; 1821 Yunan İsyanı’ndan 1922 Milli Mücadele’nin sonuna kadar geçen yüz yıl içinde toplam 5.060.000 Müslüman Türk’ün “öldürüldüğünü”; 5.381.000 Müslüman Türk’ün de “göçe çıkarıldığını” belirtmektedir.


Yerli ve yabancı bütün arşiv belgelerinin, tarafsız bilimsel araştırmaların ortaya çıkardığı tarihi gerçek felakete maruz kalanın Ermeniler değil, Türkler olduğudur. Dört yüz yıl Osmanlı Devleti’nin her türlü hakkı tanıya-ak içinde yaşattığı Ermeniler; emperyalist güçlerin yüzyıllardan beri Türk milleti üzerindeki hain emellerinin bir tezahürü olarak ihanet içine düşürülmüşlerdir. Bu nedenle de Birinci Dünya Savaşı öncesinde 36, savaş sırasında da 17 büyük isyan ve terör olayına kalkışmışlardır.


Mustafa Kemal’in önderliğinde yeniden doğan ve ayağa kalkan Türk milletini bir türlü hazmedemeyen emperyalist güçler, dün olduğu gibi bugün de Türk Milletinin onur ve şerefini bir insanlık suçu olan “soykırım” ile lekelemek istemektedirler.. Dün Ermeni Taşnak, Hınçak ve ASALA terör örgütlerini kullanan emperyalizm bugün yine Ermeniler üzerinden bu lekeleme kampanyasını sürdürmektedir. Halbuki, Ermeniler eğer bugün yaşıyorlarsa varlıklarını Türk milletinin binlerce yıllık engin merhametine, adaletine ve hoşgörüsüne borçludurlar.. Esasen bu olgu bile “soykırım” iddialarına karşı tek başına en somut cevaptır. .

Bütün bu gerçekler ışığında Ermenilerden niçin özür dileyeceğiz?

• Emperyalistlerle işbirliği yaparak yüzyıllarca bir arada yaşadıkları Türk Milletine ihanet edip, arkadan vurdukları için mi?

• Doğu Anadolu ve Kafkasya’da 1.600.000 Müslüman Türk’ün katledilmesine ve 1.170.000 Müslüman Türk’ün göç ettirilmesine sebep oldukları için mi?

• ASALA ve “Adalet Komandoları” adlı Ermeni terör örgütlerinin 1974’ten 1986 yılına kadar sürdürdükleri eylemlerde 34’ü dışişleri mensubu olmak üzere 70 kişiyi öldürdükleri ve 574 kişiyi yaraladıkları için mi?

• Kardeş Azerbaycan topraklarını işgal ettikleri için mi?

• 1992 yılında Hocalı’da çoluk çocuk, yaşlı demeden binlerce Azerbaycan Türkü’nü katlettikleri için mi?

• Bütün bunlara rağmen tarihi de tahrif ederek dedelerimize “katil”, “soykırımcı” yaftasını yapıştırmaya çalıştıkları için mi?
Hayır! Biz bu oyuna gelmeyeceğiz…

YÜCE TÜRK MİLLETİ,

Al Bayrağının altına sığınan dini, dili, ırkı ne olursa olsun bağrına bastığın, en müşkül anlarında bile elinden tuttuğun insanların zaman zaman sırtlarını emperyalistlere dayayıp karşına geçerek senden hesap sormaya çalışması seni şaşırtmamalı… Sen bu işbirlikçi hainleri zaten derin tarihi tecrübenle tanıyorsun… Damarlarında akan kandan ve kimliklerinden şüphesi olan “sözde aydınların” senin onurunu ve çocuklarının geleceğini lekelemelerine izin vermeyeceğini biliyoruz..


Gün, tarihimize, kimliğimize ve milli çıkarlarımıza sahip çıkma günüdür… Çünkü “özür dilemek” gibi masumane bir gerekçe ile başlatılan bu süreç, “tazminat” ve “toprak talebi” ile devam edecek, bekamıza kastedecek bir sonuca doğru gidecektir…


Bu ihanete karşı birlik ve beraberliğimiz muhafaza ederek, sesimizi yükseltmek hem ecdadımıza hem de çocuklarımıza karşı milli bir görevdir. Dik duralım, ihanet oyununu bozalım, kimliğimize ve onurumuza sahip çıkalım.
(Tusam)

19 Aralık 2008 Cuma

Bir Anadol Efsanesi

19 Aralık 1966 da doğan bir güneş derler Anadol için. Çünkü ilk kez bu tarihte tek kapılı Anadol'un seri üretimine başlanır. Anadol piyasaya çıkmasıyla birlikte büyük ilgi toplar. Daha sonra Anadol'un 4 kapılı aile versiyonunun üretimine geçilir.Anadol, Türk insanı tarafından çok sevilir. Hatta onun için "aileden biri" yakıştırması yapılır.



Ne var ki bu büyük anadol sevgisi diğer yabancı üreticileri kızdırır. Satışları düşen şirket patronları Anadol'u kötülemeye başlarlar.Anadol'un çok cılız bir karosere sahip olduğu iddia edilir.Bunun nedeni olarak fiberglas malzemeli sürücü kabini gösterilir. Halk daha önce adını hiç duymadığı bu malzemenin sağlamlığından kuşku duymaya başlar. Ayrıca bir iddiaya göre araç hayvanlar tarafından yemek olarak görülmektedir. Bu iddianın kaynağı aracın dış yüzey mazlemesinde saman maddesinin bulunduğu söylentisidir. Gerçekte polyester reçine ve cam lifleri vardır. Saman olmamasına rağmen bu dedikodu gerçekmiş gibi algılanır ve Anadol ilgisi azalır. Arabalarının hayvanlar tarafından yeneceği endişesiyle insanlar Anadol almaktan korkarlar. Otosan firması azalan satışları geliştirmek için Anadol üzerine bir kaç tane yan model geliştirir.Türkiyenin ilk spor otomobili stc 16,O gün için çok iddialı bir model olan Böcek bu varolma çabalarının ürünleriydi.1981de son bir çabayla anadol baştan aşağı yenilenir.ön farları tam köşeli dikdörtgen olan ve bir sonraki dönemin taunuslarının görüntüsünü andıran bu model önceki Anadolların yuvarlak hatlarından uzaktır ve tutulmaz. Zaten dört sene sonra da bu Anadol da üretimden kalkar. Bugün Anadol hakkında hala ileri geri konuşmalar var. Bunların bir kısmında doğruluk payı bulunmakla beraber bugüne kadar hiç bir Anadol bir büyükbaşın akşam yemeği olmamıştır. Merak edenler Anadolun döşemelerini kaldırıp bütün malzemelerini tek tek inceleyebilir.

Malesef bugün artık parmakla sayılacak kadar Anadol kalmıştır. Bir kaç fan kulübü vardır. Anadolların katledilmesi yok olması kesilerek kamyonet haline getirilmesi ile başlamış ve 20 yaş indirimi kararnamesi ile de son darbeyi yemiştir. Artık o bir efsane ve çok nadirde olsa yollarda bir kaçına rastlanabilmektedir. Sanırım yakın bir gelecekte sadece ODTÜ teknoloji müzesinde ve Rahmi Koç sanayi müzesinde görmek mümkün olacaktır.

ANADOLun İLK MODELİ
1966 coupe1966 yılından 1975 'e kadar 19.724 adet üretildi.


Türkiyenin İlk Spor otomobili STC 16 1973 model
175 adet üretildi (kaç adeti sağlam bilinmiyor)



Belkide varolma çabalarının bir ürünü olan, fakat O günlerde Türk tüketicisinin hiç ihtiyacı olmayan bir model BÖCEK
1975 de 202 1977 de 1 adet olmak üzere toplam 203 adet üretildi (Bir veya 2 tane sağlam kaldığı sanılıyor)



1971' e gelindiğinde modelde değişiklikler yapıldı yuvarlak farlar gitmişti.SL modeli doğdu
35568 adet üretildi.




Anadol sv 1600
1972'den 1981 yılına kadar 6499 adet üretildi.




Anadol Saloon 1.6 (Belkide Anadolun sevimliliğine gölge düşüren araçtı)



Anadol O yıllarda çoğu Avrupa otomobilde olmayan bir özelliğe sahipti.Türkiye şartlarına uygun olarak tam şasi üretilmişti.Bu özelliği ile Bir çok ralliye katılmış ve başarılı sonuçlar almıştı.(image bir ingiliz dergisinden alınmış temsili çizme resimdir.)



SL MODELİ iç Konsol görünüm


16 Aralık 2008 Salı

Chp'nin Ekonomi Programi

Ugur Gurses CHP'den Mustafa Ozyurek ile bir roportaj yapmis. Ara ara guzel sorular sormus ama yine de fazla yuklenmemis gibime geldi. Mustafa Ozyurek ise bana Amerikali ogrencileri hatirlatti. Amerikalilarin temel ozelligi bilmedikleri konular hakkinda cok iyi bullshit yapabilmeleridir. Konu hakkinda uzman olmayan birisi "vaybe ne guzel konusuyor, profesor gibi adam" der mesela. Ama siz o konuyu gercekten biliyorsaniz o Amerikalinin Yigit Bulut gibi iskembe-i kubradan sallaya sallaya sacmaladiginin farkindasinizdir. Biraz uzerine gitseniz konuyu baska alanlara kaydirmaya falan tesebbus ederler..



Yine de bu tur insanlarla ne kadar dalga gecersem geceyim, ortalikta konu hakkinda uzman olmayan kisi sayisi uzman olan kisi sayisindan kat kat fazla oldugu icin bullshit yapabilen bir insan olmak size basarinin kapilarini acacaktir. (Genclere tavsiye: bilmiyorsaniz, biliyormus gibi davranabilmelisiniz, o yuzden de Mustafa Ozyurekten ogreneceginiz cok sey var)..


Yigit'in hakkini yigide verdikten sonra roportaja geri donelim. (Burada Yigit iki anlamda birden kullanilmistir)


Bullshit 1: Hedef verip tarih vermemek. "Uzun vadeli ama kademe kademe"


Bullshit 2: Sorulan soruyla alakasi olmayan bir cevap vermek. Vaatlerinizi kac yilda gerceklestireceksiniz sorusunun cevabi "Hukumet kotudur, IMF programi islevini doldurmustur, ithalat kotudur, sektorel destek lazimdir" olmalidir..


Bullshit 3: Kesinlikle rakam vermemek, gerceklerden ziyade onyargilarla konusmak. "İhraç ediyoruz ama tıkanma var. Kâr marjları çok düştü. Bunun düşmesiyle, neredeyse bütünüyle ithalata dayanması nedeniyle sanayimizde tıkanma yaşıyoruz" Ihracat %25 artarken "tikanma var" gibi dayanagi olmayan ifade kullaniyorsunuz ama insanlarin cogu rakamlari bilmedigi icin "Evet gercekten de ihracatta tikanma var. Bak hem kar marjlari da dusmus"seklinde dusunerek size hak verebilirler.


Bullshit 4: Degisik sorulara birbiriyle celiskili cevaplar verin, cogu kimse nasilsa farketmeyecektir. Mesela "Eğer geniş kitlelere de bir kaynak transferi gerekiyorsa yapmak lazım. Çünkü uygulanmakta olan IMF destekli istikrar politikasının bedelini işçi, köylü ve esnaf ödedi. Bir sosyal demokrat partinin birinci önceliği de o ezilen kitleleri ayağa kaldırmaktır." diyebilirsiniz. Kimsede size "Yahu sanayiciye mi destek vereceksin, isciye mi bir karar ver. Herkese destek verecegim, bunu da vergileri arttirarak yapacagim, ama vergileri de azaltacagim diyorsun" demez.


Bullshit 5: Genis kesimlerin onyargilariyla uyumlu ifadeler kullanin. Bunlarin ekonomi mantigiyla alakasinin olmamasi onemli degildir. "Dışarıdan döviz gelmesin demiyoruz, ama gelecek dövizler doğrudan yatırıma gelsin. Üretime ve istihdama yatırım yapan döviz gelsin." Galatasaray da Fener'li Alex'i transfer edecekmis ama sadece "frikik atma ve araya golluk pas verme ozelliklerini istiyormus". Kimse size "nasil yani?!!" diye sormaz merak etmeyin.


Bullshit 6: Dun dundur, bugun bugundur. Simdiki pozisyonunuz gecmisteki pozisyonunuzun tam ziddi olabilir. Onemli degil. Istediginiz zaman pozisyon degistirebilirsiniz. "Tobin vergisi diye adlandırılan bir vergi. O günün şartları içinde çok gündemdeydi. Bugünün şartları içinde uygulama şansının çok kalmadığını değerlendirdik. Dünyanın hiçbir ülkesinde de uygulanmadığını tespit ettik." Kimse size "Dunyanin hicbir ulkesinde uygulanmadigini yeni mi farkettiniz?" diye sormaz korkmayin.


Bullshit 7: Satir aralarinda gercek dusuncelerinizi yansitan ifadeler kullanmaktan korkmayin. "Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerde yüzde 4-5'ler gibi enflasyon olması da piyasa koşullarında makul karşılamak gerektiğini düşünüyoruz." Kimse size "Demek Turkiye'nin azgelismis oldugunu dusunuyorsunuz, bunu da degistirebileceginizi dusunmuyorsunuz. Karaktersiz, iddiasiz bir hukumet olacaksiniz." diye yuklenmeyecektir.


Bullshit 8: Arada kazara rakam kullanirsaniz, tutarli olup olmamasi onemli degildir. "Seçim bildirgemizi açıklarken Genel Başkanımız da ifade etti; şu anda ortaya koyduğumuz vaatlerin parasal boyutu 15 milyar dolar civarında, yani 18 milyar YTL.Bunun kaynağı şöyle. Bütçemizin yüzde 10'undan az." Kimse size demek dolar hedef kurunuz 1.2 YTL demez. Ya da "devletin 110 milyarlik butcesi ne zaman 200 milyar YTL oldu" da demez. Bu sicakta kimse gidip dogru rakamlara bakmaz..


Bullshit 9: Circular reasoning kullanin (turkcesini bilemedim simdi, o yuzden aciklayayim). "Vergi işi siyasi irade işidir. Kararlılık işidir. Biz bu iradeyi, bu kararlılığı göstereceğimizi burada taahhüt ediyoruz. Aksi takdirde bu taahhütlerimiz havada kalır." Taahhutlerinizin havada kalmayacagini taahhut etmeniz insanlari ikna etmeniz icin yeterlidir mesela. Bilmem anlatabildim mi?


Bullshit 10: Bilmiyormus gibi yapin. "Tabii popülist politika ile ne kast ediliyor bilemiyorum." Kimse size "CHP'nin secim bildirgesini okumadiniz mi?" demez korkmayin..
(alıntıdır)

14 Aralık 2008 Pazar

Pkk'ya Verdigimiz Ilk Sehit

Standart Pkk'ye VerdİĞİmİz İlk Şehİdİmİz.Bilen Varmi?


Yıllardan 84..
Günlerden Ağustos'un 15'i...
Saat 21.30 suları...Kavurucu sıcaklık, ayaza dönmüş... Gecenin karanlığı örtmeye başlamış ortalığı, usul usul...
Tok vuruşlar yırtıyor geceyi aniden, peş peşe...
Kalleş "Kaleş" sesi duyuyor memleket, tarihinde ilk kez.
Eruh basılıyor...

Bölücü örgütün ilk silahlı saldırısıdır bu.Milat..."Kim yaptı?" desek, herkes PKK der...Peki, "O saldırıyı kim yönetti?" desek, pek bilen çıkmaz.

Soruyu şöyle soralım o halde:
"Mahsun Korkmaz kim?"
Bildiniz değil mi...
Bilirsiniz...
Üzerinde "Mahsun Korkmaz Akademisi" yazan terör yuvasının fotoğrafı o kadar çok yer almıştır ki basınımızda, hemen herkes bilir....
15 Ağustos 84'te PKK'nın yaptığı ilk silahlı saldırının elebaşıdır o...
Örgüt tarafından "onore" edilmiş; Türk Basını tarafından da maalesef "reklamı" yapılmıştır defalarca...Bu nedenle bilirsiniz...

Peki, "Süleyman Aydın kim?" diye sorsak, kaç kişi cevap verebilir?Hiç mi? Hiç...Süleyman Aydın, Mahsun Korkmaz'ın yaptığı ilk PKK baskınında şehit düşen evladımızın ismidir.Var mı onun adına bir akademi? Yok....

Sen örgüt celladının zırt pırt reklamının yapılmasına izin veriyor, kendi şehidinin unutulup gitmesine göz yumuyorsan eğer... Ne hakla bağırıyorsun ki, "Şehitler Ölmez" diye...

Dün izliyorum, Gümüşhane'den gelen görüntüleri atv Haber'deki arkadaşlarımla birlikte...
Hepsi yılların gazetecisi.Neler gördü gözleri...
Doktorlar ölüme acıya alışır ya mecburen zamanla, onun gibi...
Ama bu gördüğümüz, yüreği nasır tutmuş gazeteciler için bile katlanması çok zor bir tablo...
Kimi dudağını ısırıyor çaresizce, kimi ağlıyor gizlemeden yüreklice...
Gencecik Nihal öğretmen, sadece 1.5 ay önce evlendiği dünya yakışıklısı teğmen eşi Tuna'nın ay yıldızlı cenazesini kucaklamaya çalışıyor görüntülerde...
Damatlıkla göndermiş, kefenle geri gelmiş.Sol kolunda yara bandı var; belli ki, sakinleştirici verilmiş talihsiz geline...
Ama ne çare.Bir yumrukluyor tabutu sesini duyar belki diye, bir sürüyor ellerini, saçını okşar gibi...
Ve hep aynı kelimeyi haykırıyor tekrar tekrar:
"Koçum... Koçum..."

Gitti Nihal'in koçu...
O ömrü boyunca unutmayacak.
Peki ya biz?
"Unutmamalı, sevgiyle anmalı" cümlesi, sadece Tarkan'ı hatırlatıyorsa bir millete.
Elden ne gelir ki....

12 Aralık 2008 Cuma

Bugun Cengiz Aytmatov Dogdu

Bir Kırgızistan Türk‘ü olan Aytmatov, ünü Kırgızistan‘ı aşıp bütün dünyaya yayılmış ve eserleri milyonlarca kişi tarafından okunmuş büyük bir yazardı. Edebiyat dünyasına çok şey kazandıran, şerefiyle yaşayıp, ardında belki de yüzyıllarca okunacak eserler bırakan Çingiz Aka, dünyanın değişmeyen kuralı olan “ölüm” ile 6 ay önce aramızdan ayrıldı.




Biyografisi;








Cengiz Törekuloviç Aytmatov 12 Aralık 1928 tarihinde Kuzeybatı
Kırgızistan’da Şeker adlı bir köyde doğdu.Babası Törekul Aytmatov at
yetiştiricisiydi. Kırgızistan’a,dağlık yörelere Ekim devrimi daha yeni
ulaşıyordu. Yazarın çocukluk yılları sistemin yeni yeni yerleşmeye başladığı
yıllararastlar.Geçmişe bağlı yaşlı neslin yanında yeni düzene ayak uydurmuş genç
kuşak da toplumdaki yerlerini alıyorlardı. Yazar kolhoz tarlalarında
çalıştı.Çevresini,tabiatı,insanları o yıllarda tanımaya başladı. İkinci Dünya
Savaşı yıllarında bütün yetişkinler savaşta oldukları için gençlere çok iş
düşüyordu. Henüz on beş yaşındayken köyü sovyetinde sekreterlik yaptı,tarım
makinalarının hesaplarını tuttu. Daha sonra Kazakistan’daki Cambul veterinerlik
teknik okulunda okudu Ardından Frunze(bugünkü Bişgek tarım enstitüsünde
okudu.Zooteknisyen olarak bütün ülkeyi ,Kazakistan’ı dolaştı. Aynı zamanda da
bir gazeteci sıfatıyla çalışıyor,sürekli gözlem yapıyordu. Pek çok genç nesil
mensubu gibi halkından uzaklaşmadı,insanına daha da yakınlaştı. Kırgız
gazetelerindeki yazıları,redaksiyon servislerinde aldığı görevler ,muhabirlik
faaliyetleri onu yavaş yavaş edebi dünyaya hazırlıyordu.Yazarın akıcı
uslubu,kurgudaki başarısı bu ön araştırmalarıyla yakından ilgilidir. Ayrıca bu
yıllar geçmiş ile geleceğin kesiştiği bir noktaydı.Her iki dünyayı ve her iki
insan tipini çok iyi tanıyordu. Süpeyçi adlı hikayesinin kahramanı baraj
mühendisi Beknazar ve Beyaz Yağmur’un kahramanı Zeynepapaalışılagelmiş hayatı
temsil ederler.Yeni ahlaki normlar ile eskiyi yaşamakta direnen insanların
çatışması eserlere hakim konudur.


Eserleri


1. Cemile, 2. Masaldan Sonra, 3. Beyaz Gemi, 4. Kopar Zincir­lerinden
Gülsarı, 5. Toprak Ana, 6. İlk Öğretmenim, 7. Yüz Yüze, 8. Selvi Boylum, 9. Deve
Gözü, 10. Askerin Oğlu, 11. Oğulla Görüşme, 12. Gün Uzar Yüzyıl Olur, 13. İlk
Turnalar, 14. Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek, 15. Fuji Yama, 16. Oyun


Recep Tayyip Erdogan'in 12 Aralık 1997 Siirt Konusmasi Uzerine Degerlendirme

Siirt Konuşması ve Beş Kriteri

2 Temmuz'da Sıvas'ta, Ozanlar Anıtı'na "put" diye saldırılmış olması gibi, Erdoğan da "put" olarak Atatürk'ün heykellerini örtük bir biçimde duyumsatıyor.

Recep Tayyip Erdoğan 'ın, 12 Aralık 1997'de, Siirt'te yaptığı konuşma, bugün için ayrı bir önem taşıyor. Konuşmanın nirengi noktaları sayılabilecek beş kriter belirledim. Bunları okurla paylaşmak istedim:

Birinci kriter: İlhan Selçuk 'un yazılarında zaman zaman yinelediği "Minareler süngü / Kubbeler miğfer / Camiler kışlamız / Müminler asker" dizeleriyle başlıyor konuşma.

Bu dizeler, "üç kıta yedi iklime hükmeden" Osmanlı'nın İslamı yaymayı amaçlayan cihada çağrısı değil, hükmettiği üç kıtadan kovulmuş, kolları ve bacakları kesilmiş, gövdesi paylaşılmaya ve ordusu dağıtılmaya başlanan bir ülkenin İslamı kuşanarak ülkesini kurtarma, "küffar" ın esaretinden kurtulma çağrısıdır. Ne var ki Sevr Antlaşması'nı hazırlayanlar ve imparatorluğa imzalatanlar, Sarayın, İstanbul'da kalması karşılığında, Anadolu'da yükselen ulusal direnişi bastırmasını istemişler, şeyhülislamın fetvasıyla, Düzce'den Zile'ye "Kongracılara" karşı "Şeriat" yanlısı kimi eşkıya, "camileri kışla" ve "müminleri asker" yapmış, ulusal direnişin önü kesilmeye çalışılmış, ama ezilmişlerdi.

1997'de, Siirt'te, Tayyip, şeyhülislamın fetvasının rövanşını Cumhuriyetten almak için yola çıktığını bu dizelerde açıklamış bulunuyor.

İşte ikinci kriter: "Kardeşler" , diyor Erdoğan, "bizim meselemiz, bizim derdimiz, bu ülkede zihniyetlerdir, kafa yapılarıdır. Yıllarca bu ülkeyi yanlış zihniyetlere mahkûm edenlere karşı biz mücadelemizi kişilerle değil, zihniyetlerle sürdüreceğiz." Zihniyetini de açıklamış Tayyip: "Evet, göğsümü gere gere söylüyorum: 'Benim referansım İslamdır' ." Yöntemi de o denli açık: "Ağaca yaslanma, kula yaslanma, Allah'a yaslan." Hemen sormak gerekiyor: Yaslandığı Bush , kul olmadığına göre, ağaç mı, yoksa Allah mı?

Okur, "yıllarca bu ülkeyi yanlış zihniyetlere mahkûm edenler" inse kimler olduğunu anlamıştır umarım. Milli Eğitim Bakanı'nın, iktidarlarının ilk yılında, " Saidi Nursi 'nin sözlerine uyulsa, yolundan gidilseydi, Türkiye bu duruma düşmezdi!" sözünde açığa vurduğu gibi, yanlış zihniyet, Saidi Nursi'nin, "Şark'ı din ve vahiy kurtarır!" dogmasına karşı, aklı ve bilimi, gelişmenin ve yükselmenin temeline oturtan Kemal Atatürk 'ün "zihniyeti" nden başkası değildir. .
Üçüncü kriteri 'İstiklal Marşı'ndan. .

Erdoğan, Mehmet Akif , İstiklal Marşı'nı, "meyhanede yazmadı, kerhanede yazmadı, barda yazmadı, pavyonda yazmadı" diyor. "Tacettin Dergâhında" yazıldığını söylediği İstiklal Marşı'nın, kendilerinin "Manifestosu" olduğunu savlıyor ve ekliyor: "Orda ne diyor: 'Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin istiklal' Dikkat edin, orda: 'Hakkıdır kula tapan milletimin istiklal!' demiyor."

2 Temmuz'da Sıvas'ta, Ozanlar Anıtı'na "put" diye saldırılmış olması gibi, Erdoğan da "put" olarak Atatürk'ün heykellerini örtük bir biçimde duyumsatıyor. "Kula tapmak" yerine, "Bush'a tapmak" , bugün daha anlamlı geliyor bana. Ama Bush Tayyip'in putu mu, yoksa Tayyip Bush'un "kulu" mu diye sormak da gerekiyor. .

Nasıl ki eski toplumlarda, insanların doğal nesnelerden, yani maddelerden ürettikleri tanrılar, bu tanrıları üretenlerin iradelerini tutsak aldıysa, kendi yarattığı puta insan kendini kurban ettiyse binlerce yıl, insanlığın emeğinden sızdırılmış değerlerden türetilmiş olan "dolar" da onu yaratanları yalnızca buyruğu altına almakla kalmadı, insanı ve insanlığı kendisine kurban etmeye hazır robotlara dönüştürdü. .

Erdoğan, gene de, insanın ve insanlığın kendisine kurban edildiği "dolar" ın tutsağı bir robot olan Bush'un dizleri dibinde, İncirlik'i NATO'ya, İskenderun'u Pentagon'a, Petkim'i Yunan Genelkurmayı'na "iktidarlık" olarak ikram edebilir. Ama "Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin istiklal" diye değil, olsa olsa "hakkıdır put'a/bay-buş'a tapan milletimin istibdat!" diye "göğsünü gere gere" konuşabilir. .

Dördüncü kriter: "Değerli kardeşlerim", diyor , "bu ülke bir geçiş yapıyor. Şu anda Türkiye patinaj yaşıyor. Bu patinajda araba geriye de gidebilir. Biz diyoruz ki, Allah'ın izniyle biz geri gitmeyeceğiz. Toparlayacağız ve kaldığımız yerden aynen devam edeceğiz."

"Kaldığımız yeri" de açıklıyor: "Kardeşler, biz, şunu bilin ki, altı asır nasıl üç kıta yedi iklime hükmettiysek, Allah'ın izniyle yeniden üç kıta yedi iklime hükmedeceğiz." Nedenini de ekliyor: "Bu millet, bu millet asildir, bu millet şereflidir, bu millet haysiyetlidir."

Siirt konuşmasında, "Biz kimseye diyet borcuyla gelmedik. Bizim tekelci sermayeye borcumuz yok, bizim bir kısım medyaya borcumuz yok" diyen Erdoğan'ın "Başbakan" olarak sözlerini anımsayalım: "Ülkeyi pazarlamakla mükellefim!", "Sermayenin, ırkı, dini, mezhebi olmaz!", "Yabancı sermayeyle yerli sermaye arasında fark kalmadı!" Son durak:

Petkim. Petkim'i alanların dini, mezhebi, ırkı, ulusu tartışılıyor, ama satanlar geleneksel ve modern tüm değerleri dolara endekslemiş olmakla övünüyorlar. .

Irkı, dini, mezhebi, ulusu ve ulusal sınırı olmayan uluslararası sermayeye ülkesini satmış bulunan bu "asil millet", şerefli millet", "haysiyetli millet" (Osmanlı'nın kan dökerek, kelle keserek kazandığı "şeref" ini ve "haysiyet" ini yeniden kazanacağını duyumsatan bu sözler, Kemal Atatürk'ün, ulusun kendine güvenini sağlamak için söylediği "Türk milleti zekidir, Türk milleti çalışkandır" sözlerine karşıt olarak dile getiriliyor), asaletini, şerefini, haysiyetini ulusal sınırları silmiş, "Kuzey Irak" hariç, üç kıta yedi iklime yaymış ve hatta taşımış bulunuyor. Doğal ki sermaye olarak ve doğal ki negatif bir yayılma biçiminde. Kısacası biz, üç kıta yedi iklime yayılmıyoruz, üç kıta yedi iklim bize "giriyor" , yalnızca "girmiyor" , üç kıta bize "giydiriyor" . Bir ulus için ne şeref ama!

Beşinci kriter: Erdoğan'a "Sen Rizelisin. Sen Lazsın" demişler. Erdoğan'dan aktaralım:

"Baba yahu, demiş Erdoğan, biz Laz mıyız, Türk müyüz, neyiz?

Babam da çok küçükken büyük dedeme sormuş: Dede, demiş, biz Laz mıyız, Türk müyüz, demiş. Babasının dedesi de, torunum, yarın öleceğiz, demiş, Allah bize soracak:

- Men Rabbuke

- Vemen nebiyyüke

- Ve ma dinüke

Torunum, Allah bize 'vema kavmüke' diye bir soru sormayacak," demiş. Ne demek bu? Yarın öleceğiz. Allah bize Rabbin kim, nebin kim, dinin ne? Bunları soracak. Ama bize kavmin nedir diye bir soru sormayacak. Torunum sana sordukları zaman, 'Elhamdülillah Müslümanım' de, geç demiş. Olay bu kadar basit."

Evet, insan bu kadar basit olursa, olay da bu kadar basitleşir. Muhammet 'in yüzyılının kavramları ve kurumları açısından bakarsak ne ulus var, ne de ırk biliniyor. Ne ulusal var, ne de ulus devlet. Ne anayasa var, ne cumhurbaşkanı seçimi. Ne siyasi parti var, ne siyasal erk. Ne sermaye var, ne de bugünkü gibi sınıflar. Ne BOP, ne küreselleşme. Ne Irak, ne petrol. Çuval bile yok başa geçirilecek. Çuvallanan da.

Onun için küçük torun Erdoğan'a, Allah, "niçin sattın ülkeni" diye sormayacak. Niye sattın ülkeni toprağıyla, suyuyla, havasıyla diye de sormayacak. Niye sattın ulusun kanını, damarlarını, sinirlerini, bankasını, fabrikasını, niye verdin limanlarını, havaalanlarını, PTT'nin T'sini, P'sini, öteki T'sini diye sormayacak Allah. Kaç torba altının var, bankalarda neyin var, kimin ortağısın, kimsin sen, zorun ne diye de sormayacak Allah. Emirli'de bombalı saldırıda ölen Türkmen kadınların ve çocukların da kavmini sormayacak Allah. Yalnızca kavmini değil, ulusunu/milletini de sormayacak Allah Erdoğan'dan. Sorarlarsa "Elhamdülillah Müslümanım" deyip geçecek Erdoğan.

İşte soru: Geçebilecek mi?

Irak'ta çoluk çocuk binlerce Müslümanı öldüren ABD askerinin bir tekinin bile ülkesine tabut içinde dönmemesi için dua eden Erdoğan'a, Allah, "Ve ma dinüke" diye sorduğu zaman, Erdoğan, "Elhamdülillah Müslümanım" diyebilecek mi ki, geçiversin.

* Konuşma metni için bkz: Cemal Dindar, Biat ve Öfke, Telos, İstanbul 2007, s. 53-64

( Muzaffer İlhan ERDOST )

Basbakan Erdogan'a Verilen Hapis Cezasi

Bugün 12 Aralık.

Hatırlarmısınız bilmem 1997 yılında bugün, sayın Recep Tayyip Erdoğan Siirtte miting sırasında okuduğu Asker Duası adlı şiirin askerle ilgili bölümünü değiştirip okuması dolayısıyla dört ay hapis cezasına çarptırılmıştı.



Ziya Gökalp'in 1912 yılında Balkan savaşı için yazdığı Asker Duası adlı şiirin Tayyip bey tarafından değiştirilmiş hali;





"Minareler süngü, kubbeler miğfer
Camiler kışlamız, mü'minler asker
Bu ilahi ordu dinimi bekler
Allahu Ekber, Allahu Ekber"


Ve o kısmın Ziya Gökalp tarafından yazılmış orjinal hali;


Elimde tüfenk, gönlümde iman,
Dileğim iki: din ile vatan...
Ocağım ordu, büyüğüm sultan,
Sultan’a imdad eyle yarabbi!


Ne olur şu güzelim şiiri berbat etmeseydin be Tayyip Bey, ne istedin güzelim şiirden.
Hayır içim senin 4 ay hapis yatmana yanmıyor,
İçim şu güzelim şiiri katlettiğine yanıyor.



12 Aralık 1997 yılınında davet üzerine gittiği Siirt’te, miting sırasında Ziya Gökalp'ın 1912 yılında Balkan Savaşı için yazdığı Asker Duası'nın değiştirilmiş bir sürümü ile orduyu öven dizeyi söylemeden yukarıdaki gibi değiştirdiği için Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanmaya başlandı. Yargılama sonucu Türk Ceza Kanunu’nun 312/2 maddesinden “Halkı din ve ırk farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek” suçunu işlediği gerekçesiyle dört ay hapis cezasına çarptırıldı. 26 Mart 1999 günü Pınarhisar Cezaevine konan Erdoğan cezasını 24 Temmuz 1999 günü tamamladı.


Tayyip Eroğan'a hapis yolunu gösteren konuşması:


‘‘Türkiye'de düşünce özgürlüğü yok ve ırk ayrımı yapılıyor. Referansımız İslamiyet. Bizi hiçbir zaman sindiremezler. Batı insanının bile inanç hürriyeti var. Türkiye'de neden buna saygı gösterilmiyor? Minareler süngü kubbeler miğfer camiler kışlamız müminler asker. Okunan ezanı kimse susturamayacak. Türkiye'deki ırk ayrımına kesinlikle son vereceğiz. Çünkü Refah Partisi diğer partilerle zıt fikirde. Bizi hiçbir zaman sindiremezler. Gökler yerler açılsa üzerimize tufanlar yanardağlar saçılsa yolumuzdan dönmeyiz. Benim referansım islamiyettir. Bunu yerine getiremiyorsam yaşamanın ne anlamı var. Batı insanının bile inanç hürriyeti var. Avrupa'da ibadete başörtüsüne saygı duyuluyor. Ama Türkiye'de engelleme getiriliyor. Türkiye'de neden buna saygı gösterilmiyor. Okunan ezanı kimse susturamayacak. Çünkü ezanın sustuğu yerde insanların huzuru olmaz. Kürt Arap Çerkez ayrımı yapılamaz. Çünkü bütün insanların birleştiği çatı İslam'dır. Türkiye'deki ırk ayrımına kesinlikle son vereceğiz. Bunu bu hale getirenler utansın.’’


(turkatak)

2008 pkk Icin Kabus Oldu


2008 PKK'nın kabus yılı oldu! Türkiye'nin 30 yıldır sürdürdüğü terörle mücadele kapsamında yurt içinde yılbaşından 10 Aralık'a kadar gerçekleştirilen operasyonlarda, 670 terörist ölü, 214 terörist sağ ele geçirildi, 165 terörist de güvenlik güçlerine teslim oldu.



TOPLAM 1049 TERÖRİST ETKİSİZ HALE GETİRİLDİ


Genelkurmay Başkanlığının internet sitesinden derlenen verilere göre, güvenlik kuvvetlerinin yürüttüğü terörle mücadele faaliyetlerinde, ocak ayında 3, şubatta 266, martta 74, nisanda 70, mayısta 218, haziranda 47, temmuzda 76, ağustosta 58, eylülde 52, ekimde 69, kasımda 54, aralıkta ise 12 olmak üzere toplam 1049 terörist etkisiz hale getirildi.





EN BÜYÜK DARBELER


3 Şubatta Bingöl'de 10, 25 Şubatta Irak'ın kuzeyinde 41, 27 Şubatta Irak'ın kuzeyinde 77, 12 Martta Şırnak'ta 10, 22 Şubatta Irak'ın kuzeyinde 44, 2Mayısta Irak'ın kuzeyinde 153, 15 Temmuzda Hakkari'nin Yüksekova ilçesinde 11, 9 Mayısta Hakkari'nin Şemdinli ilçesinde 19, 14 Temmuzda Şırnak'ın Beytüşşebap ilçesinde 18, 2 Ağustosta Şırnak'ın Beytüşşebap ilçesinde 8, 25 Eylülde Siirt'in Eruh ilçesinde 6 ve 3 Ekimde Hakkari'nin Şemdinli ilçesinde 23 teröristin ölü olarak ele geçirildiği operasyonlar dikkati çekti.





326 PATLAYICI, CAN KAYBI OLMADAN İMHA EDİLDİ



Öte yandan, güvenlik güçlerince 1 Ocak 2008- 5 Aralık 2008 arasında 326 olayda patlamaya neden olmadan etkisiz hale getirilen C-4 plastik patlayıcı madde miktarı 91,7 kilogram, C-3 plastik patlayıcı madde miktarı 17,4 kilogram, A-4 plastik patlayıcı madde miktarı 79,875 kilogram, amonyum-potasyum nitrat miktarı 3350,3 kilogram ve TNT miktarı 252,616 kilogram olarak açıklandı.


Güvenlik güçleri, 55 adet anti personel mayın, 1 adet tuzaklanmış antitank mayını ile 85 adet tuzaklanmış çeşitli patlayıcıyı da etkisiz hale getirdi.

Terör örgütü mensuplarınca gerçekleştirilen 149 olayda 823,7 kilogram patlayıcı madde kullanıldığı tahmin edilirken, bu olaylarda 9 adet muhtelif mühimmat ile 17 adet antipersonel mayını kullanıldı.
(internethaber)

Template by - Abdul Munir | Daya Earth Blogger Template