--

24 Aralık 2008 Çarşamba

Sivas Katliami ve Sivas Madimak Olaylari - Alevi Katliami

Sivas Katliamı veya Sivas Madımak Olayı, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli'nin kuşatılıp yakılması ve dolayısıyla şehirde bulunan 33 yazar, ozan ve aydının yakılarak katledilmesi ve oteli ateşe verenlerden de ikisinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan olaylar zinciridir.

Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında etkinliklerin bir bölümünün de Pir Sultan Abdal’ın sazının çalındığı Sivas şehir merkezinde yapılması öngörülmüştü. Bu kapsamda pek çok aydının yanı sıra Aziz Nesin bu etkinlik nedeniyle dönemin Sivas valisi Ahmet Karabilgin'in özel davetlisi olarak bu kente gelmişti.




2 Temmuz 1993 günü organize biçimde öğle saatlerinde Paşa ve Meydan camilerinde çıkan gruplar önce etkinliklerin yapıldığı Kültür Merkezi’ne ulaşarak, bir gün önce dikilen anıtı kısmen tahrip etti. Kültür Merkezi içindeki karşıt grupla çıkan taşlı sopalı çatışma, polis tarafından fazla büyümeden, zor kullanılarak önlendi.




Hızını alamayan ve sayısı yaklaşık 10.000'e ulaşan saldırgan grup, Kültür Merkezi’nden yeniden Hükümet Meydanı’na geldi. Hükümet Konağı’nı taşlamaya ve slogan atmaya başlayan grup ardından Madımak Oteli civarına ulaşarak, slogan atmaya devam etti. Grubun sayısı akşam saatlerinde 20.000'e yaklaştı. Grup önce Madımak Oteli önündeki araçları ateşe verdi ve oteli taşladı bunun sonucunda taşlanarak camları kırılan Madımak Oteli'ne sıçrayan yangın sonunda otele sığınmış olan aydınlardan, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen,Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin'in de bulunduğu 37 kişi yanarak veya dumandan boğularak yaşamını yitirdi. Aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu 51 kişi de olaylardan kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla kurtuldu. Başından yaralanan Aziz Nesin'i linç edilmekten araya giren polisler kurtardı. Yaralılar, polis arabalarıyla Tıp Fakültesi Hastanesi`ne götürüldü.

Olaylar sonucunda 33 konuk, 2 otel görevlisi ile 2 saldırgan yaşamını yitirdi. Gene olaylar sırasında Atatürk - Kongre ve Etnografya Müzesi önünde bulunan Atatürk büstü tahrip edildi. Akşam saatlerinde valilikçe ilan edilen ”2 günlük sokağa çıkma yasağı” ile birlikte, güvenlik güçleri şehirde tam bir hakimiyet sağlayabildi.



Sivas katliamında ölenler

Ataturk'den Ders

Bugünlerde "özür diliyoruz" kampanyası ile Türkiye yine bir "azınlık" sendromu yaşamaya başladı. İşte bu dönemde Atatürk ile İnönü arasında yaşanan bir olay ders niteliğinde. Sabah'dan Yavuz Dona o anekdotu şöyle aktarıyor;


Başbakan İnönü saat 18.00 sularında Florya Köşkü'nde Atatürk'ü ziyaret etmiş:

- Hayırdır İsmet... Habersiz geldin.

- Paşam, azınlıklar meselesi... Konuyu Meclis'e getireceğiz... Ne diyorsunuz?

- İsmet bugün geç oldu... Yarın sabah erkenden gel, konuşalım.


İnönü çıkınca Atatürk "bütün görevlileri" toplamış:

- Sadece laleler kalsın... Bahçedeki diğer bütün çiçekleri sökün, atın... Derhal.

İsmet Paşa sabah gelmiş, bahçenin "halini" görmüş ve "görevlilere" sormuş:

- Ne oldu böyle?

- Gazi Paşa Hazretleri emrettiler, söktük. Başbakan İnönü, Cumhurbaşkanı Atatürk'ün odasına girmiş:

- Paşam, bahçenin durumu nedir?

- Azınlıkları söküp attım İsmet.

İnönü "anladım" dercesine başını öne eğmiş:

Atatürk:

- İsmet, ben "Ne Mutlu Türküm Diyene" sözünü boş yere söylemedim... Kendini Türk hisseden herkes bu vatanın öz evladı... Ben hayatta olduğum sürece bu böyle bilinsin... Ve sakın azınlıklar ile ilgili bir kanun çıkarılmasın.


"Bunları" dün bize Ateş Ünal Erzen anlattı. "İnan Kıraç'tan dinledim" dedi. Belediye Başkanı Erzen, Ermenilerin "Sevgi Sofrası" adını verdiği kutlamalarda bu "olayı" anlatmış. Dinleyenler ağlamaya başlamışlar.


(internethaber)

23 Aralık 2008 Salı

Birinci Mesrutiyet ve Sultan Abdulhamid

Yakın tarihe ilişkin aykırı yorumlara Türkiye`nin henüz alışık olmadığını, bu yüzden yakın tarihe ilişkin yorumlarda, tarihçinin, kendini tümüyle özgür hissedemediğini belirttikten hemen sonra hatırlatalım ki, 23 Aralık tarihi (1876) Birinci Meşrutiyet`in yıldönümüdür. Hem bu münasebetle, hem de Şerife Duyar`dan gelen soru münasebetiyle konuyu kısaca tahlil etmeyi deneyeceğiz. ? Osmanlı Devleti`nin yönetim mantığı, padişah, sadrazam ve meşihattan oluşan üç temele oturmuştu: Padişah bir orkestra şefi ahengi içinde devlet ve siyaset koordinatörlüğü yaparken, sadrazamla ona bağlı birimler icra işlevi görür, meşihat makamı ise ülkenin her yerine dağılmış iyi eğitimli mensupları ile birlikte hem yargı işlerine, hem de devletin denetim işlerine bakarlardı? Padişah`ın denetlenmesi de buna dahildi. Şeyhülİslamlar, gerektiğinde (Yıldırım Padişah`a karşı Emir Sultan, Yavuz Padişah`a karşı Zembilli Hoca, Dördüncü Mehmed`e karşı Abdullah Efendi ve diğer pek çok örnekte görüldüğü gibi) padişaha meydan okuyabilme gücüne sahiptiler. Meşihat makamının bağımsız çalışması konusunda devlet o kadar titizdi ki, yükseliş devrinin padişahları, şeyhülİslamı görevden alma yetkisine sahip değillerdi. Ayrıca devlet, İslam`ın öngördüğü `meşveret` esasını ihya hususunda da son derece istekli ve duyarlıydı. Üst düzey sorumluların katılımıyla periyodik olarak toplanan `divan` dışında, yalnızca özel günlerde gerçekleştirilen `Ayak Divanı`, padişahla sadrazam başta olmak üzere tüm devlet yöneticilerini (devleti) doğrudan halkın denetimine açan emsalsiz bir uygulama idi. Buralardan hareketle, fazla kendimizi zorlamadan söyleyebiliriz ki, hem halka hesap vermeyi, hem de halkı yönetime katmayı amaçlayan bu yöntem, bugünkü katılımcı demokrasinin temellerini oluşturuyor. Bu yüzden, Batı`nın kanlı geçişler yaptığı meşrutiyete Osmanlı Devleti, kan dökmeden geçti. Sonuçta İslam`ın ve İslam`da temellenmiş devlet geleneğinin öngördüğü bir yapılanmayı gerçekleştirecekti. Tabii ki geçiş daha sancısız ve kalıcı olabilirdi; ne var ki genç aydınların sabırsızlığı bazı arızaları giderecek daha yumuşak bir geçişe izin vermedi. Tanzimat`ı (03 Kasım 1839) alkışladıkları halde aradıklarını bulamayan genç hevesler, (çoğu gazeteci ve edebiyatçı gençlerden oluşuyordu) meşrutiyeti aynı heyecanla `yegane kurtuluş çaresi` olarak gördüler ve sundular. Ne var ki, yeni `kurtuluş` yolu da hüsrana çıkacaktı. Hüsranın pek çok sebebi olmakla birlikte, geniş tarihsel tartışmalara sütunumuzun dar hacminin elverişsizliği sebebiyle, ancak şu kadarını söyleyebilirim ki; Osmanlı aydınları arasında meşrutiyet yönetimine geçilmesi isteğinin temelinde yatan `Osmanlılık` fikri, çok uluslu bir imparatorlukta, özellikle milliyetçi düşüncelerin yoğunlaştığı ve bunların dış dünya tarafından beslendiği bir dönemde birleştirici-bütünleştirici olamazdı. Nitekim de olamadı: Sadece Osmanlı`dan kopmaya, koparken de bir şeyler koparmaya çalışan azınlık unsurları teşvik etti. Bu da çöküşü hızlandırdı. Düşünün ki, aynı tarihlerde (ve daha sonrasında da) İngiltere, Britanya Adası`nı meşruti bir sistemle yönetirken, sömürgelerinde farklı yönetim biçimleri uyguluyordu. Doğaldır ki, devletle aralarında doğru dürüst vatandaşlık bağı bile bulunmayan azınlık unsurlar meşrutiyeti, birleştirici-bütünleştirici bir mantık çerçevesinde algılamayacaklar, daha ziyade kendi istiklalleri için bir fırsat olarak değerlendireceklerdi. Sultan İkinci Abdülhamid bundan daima endişe duyduğu için, bir müddet ayak sürçtü. Biraz daha derin hazırlık istiyordu. Ne çare ki, derdini kimseye anlatamıyordu. Sonunda meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı. (23 Aralık 1876) Bundan böyle devletin bir `Kanun-i Esasi`si (anayasa), Meclis-i Meb`usan (Millet Meclisi) ve Ayan(Senato) olarak iki meclisli bir parlamentosu olacaktı. (Her 50 bin erkek nüfus 1 milletvekili çıkarıyordu. Ayan Meclisi bunun 1/3 oranındaydı) Kanuni ve Fatih kanunları hiç dikkate alınmadan, daha çok Rus Anayasasına bakılarak bir anayasa hazırlandı. 1876 Anayasası, özellikle insan hakları açısından, kendi devrinin şartlarını zorlayan ileri bir anayasa sayılabilir. Ne var ki, (tıpkı `uyum yasaları` gibi) yazmak başka, uygulamak başkadır. Uygulamada her şey eski tas eski hamamdı. Çünkü devlet kadroları ile millet eğitimsizdi, (Sultan Abdülhamid eğitim hamlelerini boşuna yapmadı) üstelik devlet çarkları laçkalaşmış, açıkçası bünye, belki de bir yenileşmeyi kaldıramayacak derecede yorulmuştu. Pansuman tedbir değil, bir zihniyet devrimi lazımdı. Bunun için de geleneksel yapıyı modern yönetim tarzıyla uzlaştırıp yeniden biçimlendirecek bir yapılanma gerekiyordu. Bunun için de zaman lazımdı. Halbuki, çoğunluğu gazeteci-edebiyatçı gençlerden oluşan ve ordu içinde kendilerine dayanaklar bulup güçlenen Avrupa meraklısı bir grup entelektüelin aceleleri vardı. Meşrutiyeti hemen istiyorlardı. Sonuçta devlet de, millet de hazırlıksız yakalanmıştı. Kısacası, meşrutiyet talebi tabandan gelme değil, tepeden inmedir! Bu yüzden de ömrü çok kısa oldu. Bir de Meclis`e giren azınlıklara mensup kimi milletvekilleri Batı`dan aldıkları rüzgarla şımarıp Osmanlı Devleti`nden çok kendi azınlık haklarını öne çıkarınca, ipler koptu. Aralarında ortak sevgi noktaları neredeyse hiç kalmamış çeşitli kavimlerin temsilcileri neredeyse her oturumda kavgaya tutuşup, milliyetçilik fikri `Osmanlılık` fikrinin önüne geçince, bu gidişi fevkalade mahzurlu gören Sultan İkinci Abdülhamid, yine 1876 Anayasasının kendisine verdiği yetkiyle, Meclis-i Meb`usan`ı süresiz tatil etti. (12 Aralık 1908) Birinci Meşrutiyet Meclisi sadece bir yıl bir ay yaşayabilmişti.


(Yavuz Bahadıroğlu)

Kubilay (Menemen) Olayi - Mustafa Sengonul

Mustafa Şengönül'ün anılarından;

Ben Menemen'de marangoz çırağıydım. Dükkanı açmaya gittim. Karşımda uncu Mehmet Efendi vardı. Belediye Meclis üyesiydi. Bana 'Dükkanı açma, eve git. Çarşıda bir karışıklık var' dedi. 'İzmir'den 70 bin kişi harekete geçti. Burayı işgal edeceklermiş' diye duyduk.


Ben dükkanı açmadan döndüm. Ama sonra meraktan geri gittim. Köşeden baktım, direğin etrafında 7-8 kişinin döndüğünü gördüm. Menemenli değillerdi. Bazısı sakallı. Aralarında genç olanlar da vardı. Bozalan'da kazandıkları parayla esrar alıp içmişler diye duyduk sonradan...

Ellerinde silah vardı.


Bekçi Hasan'ı kafasından vurdular. Yere düştü. O zaman millet kaçtı. O ara Kubilay alaydan bir manga askerle gelmiş. Ben Kubilay'ı tanıyordum. Bizim mahallede otururdu, yüksekte, Dermandağı'nda ev tuttuydu, gidip dönerken bizim evin önünden geçerdi. Uzun boyluydu. Kubilay askeri yolun kenarına bırakmış, adamların yanına gitmiş.'Ne yapıyorsunuz burada?' diye sormuş. Adamlardan birine tokat atmış. Bunun üzerine ateş etmişler Kubilay'a, yaralanıp yere düşmüş. Silah patlayınca asker kaçmış. Cephanesizmiş. Kubilay sürüne sürüne cami avlusuna girmiş. Arkadan gelip kafasını kesmişler. Ben kanları gördüm sonradan... Karşıda eskici Kamil vardı ondan ip alıp kafasını bayrağın üstüne bağlamışlar.


Fabrikada çalışan bir Musevi vardı, oradan geçerken 'Sen de bayrağın altından geç' dediler. Bayrağın altından onu da geçirdiler. Karşıda Molla Osman'ın çalıştığı bir büfe vardı, ondan sigara aldılar.


Sonra ahaliye mecburi alkış yaptırdılar. Millet '70 bin kişi geliyor' korkusundan yaptı. Hepimiz korktuk. Meğer adamlar sarhoşken böyle demişler, hepsi yalanmış. Ordu, haber alınca geldi. Kahvenin oraya mitralyözü koydular, bunlara ateş ettiler, kimi yaralandı, kimi öldü. Manisalı genç olan, mezbahanın oradan kaçtı.


Sonra sokağa çıkma yasağı kondu. Şimdiki Kubilay okulunun orada mahkeme oldu. Her gün benim dükkanın önünden geçiyorlardı. 4-5 jandarma bir kişiyi götürüyordu. Elleri kelepçeliydi. Sakalları uzamıştı.


İstanbul'dan bir şeyh geldi, o da mahkemelik oldu. Bunların asılacağı gece 'Yarın hepimiz asılıyoruz' demiş, kendisi de o gece mahpusta ölmüş. Ben hepsinin asıldığını gördüm. Sabah geldiğimde caminin yanından Kabak Pazarı'na kadar 8-10 kişi vardı. İstasyonda 7 kişi vardı. Tren yolunda böyle boydan boya asılmışlardı. Kamil de istasyonda asılmıştı. Önlerinde bir kağıt vardı, ne suçu olduğu yazılıydı. Manisalı bir çocuk, Kubbeli bakkalın önünde asılmıştı. Suçsuz olanlar da asıldı. 'Neden sigara verdin?', 'Neden ip verdin?' diye Kamil'le Molla Osman'ı astılar. Halbuki Menemen içinden o hadiseye karışan kimse yoktu. Sonradan bir emir gelmiş 'Menemen'i yakın' diye. Onu duydum. Korktuk tabii... Manisa'dan her sene otobüslerle gelip miting yapmaya başladılar. Çok şeyler söylediler bize, ama katlandık. Çünkü Menemenlilerin bu işte zerrece günahı olmadığını onlar da bilmiyordu."

(milliyet)

Kubilay (Menemen) Olayi - Sabahat Erkal

Sabahat Erkal'in anılarından;

Babam Sabri Bey, Seferihisar'dan Menemen'e posta müdürü olarak atandı. İlkokulu bitirince 14 yaşında postanede çalışmaya başladım. Kubilay okulunun karşısındaki bir Rum evinde oturuyorduk. Menemen mutaassıp küçük bir kasabaydı. Biraz gericiliği vardı. Mesela şapkaya karşı çok düşmanlık vardı. 'Şapkayı gavurlar giyiyor, biz nasıl giyeriz?' derlerdi.O gün babam sabah 5'te postaneye gitmiş. Kahvenin önünde 6 kişinin hu çektiğini görmüş. Bunlar esrarkeşmiş, içip içip köylerden silah bıçak topluyorlar, şehre girince 'Biz mehdiyiz. Arkamızda 70 bin kişi var, Müslümansanız bu bayrağın altından geçin, yoksa kurtulamazsınız' falan diyorlarmış. Babam Kaymakam'ın evine gidip durumu anlatmış. Alay Kumandanı'na gitmişler. Kumandan, hemen 'Cephane alın ve Hükümet meydanına gidin' diye emir vermiş. Kubilay'ı görevlendirmişler.Kubilay bir manga askerle meydana gitmiş. Gençlikten olsa gerek, hemen 'Ne istiyorsunuz?' diye birinin yakasına yapışmış. Fakat içlerinden biri silahı ateşleyince Kubilay ayağından vurulmuş. Askerler de ellerinde süngü olduğu halde kaçmışlar. Kubilay sürüne sürüne yakındaki camiye kaçmış, musalla taşına yaklaştığı sırada Mehmet'lerden birisi (bunlar dört Mehmet, iki Zeki idi) gidip bağ bıçağıyla kafasını kesmiş. Civardaki dükkanlardan sopa, ip istemişler. Kafayı sopanın ucuna asmışlar. 'Biz mehdiyiz' deyince halk da inanmış.Biz pencereden seyrediyorduk, geçenler kaçışırken 'Kafayı değneğin ucuna takmışlar, gözlerini açıp kapatıyor' diyordu, çok fena oluyorduk. Böyle bir kargaşa... O sırada babam geldi eve, anneme 'Kadriye, siz hemen ev sahibinin evine geçin, memur ailelerine karşı bir hareket var' dedi. Bu arada iki bekçi de vurulmuştu. Kubilay'ın cenazesinde onlar da vardı arkada...Adamlar, 'Arkamızda 70 bin kişi var' dediğinden çalılar, bağlar, her yer arandı. Hatta komutan tepelere toplar, tüfekler yerleştirdi. Şimdiki Kubilay İlkokulu'na kurulan Divan-ı Harp mahkemesinde ben şahitlerin ifadesini yazıyordum. Köyden gelen adamlara, hocalara 'Allahınız kim?' diye soruyorlardı. Onlar da 'İstanbul'da Esat Hoca' diyordu. Mehdi diye bunlara tapmışlar.Esat Hoca'yı İstanbul'dan sedyeyle getirdiler. 90 yaşındaydı, eceliyle ölür diye asmadılar. Zaten çok yaşamadı, öldü. İdam edilecekleri gün babam dışarı çıkmadı, bizi de çıkarmadı. İbret için ortalığa asmışlar. Asılanlar içinde adamlara sigara, kazma, ip verenler de vardı. Babama durumu haber verdiği için İçişleri Bakanlığı takdirname verdi. Maaşına zam yapıldı. Sonradan duyduk ki, Atatürk Manisa, Menemen çevresinden trenle geçerken penceresini bile açmazmış. Biz istasyona giderdik onu görelim diye, göremezdik."

(milliyet)

Kubilay (Menemen) Olayi - Sami Ozyilmaz

Sami Özyılmaz'ın anılarından;

Eniştem bakkaldı. Sabah dükkanı açmış. 'Menemen'in etrafını 70 bin Arap'ın çevirdiğini' duymuş. Eniştem 'Gel dükkanı kapatalım' diye beni kaldırdı. Dükkanı kapattık. O eve gitti. Ben Hükümet'in (Vilayet'in) önüne gittim. 6-7 kişi vardı orada... Normal adamlardı, kafaları kasketli, omuzlarında çanta var. Birinin eli silahlı... Ellerinde bir bayrak... Musabey köyünün Çarşı Camii'nden almışlar sabah namazında... 'Öğlene kadar o bayrağın altından geçen geçecek, geçmeyen kılıçtan geçecek' diyorlarmış.Millet etraflarını çevirmiş. Ben köşeden onlara bakıyorum. Epey durdular. Hükümet tarafından ya da büyüklerden kaymakam, hoca falan gelse, sivillere 'Yakalayın bu adamları' dese, yakalarlardı. Ondan sonra telefon ettiler Alay'a... Bir manga asker geldi karşı sokaktan... Asker süngüyü taktı. Siviller açıldı. Orada Kubilay askere süngüyü taktıktan sonra 'Hücum' dese, hepsi süngünün ucunda kalacaktı. Bir silah patladı. Bir tek el ateş edildi. Kubilay ayağından vuruldu. Asker geri kaçtı. Millet kaçıştı. Kubilay önce Hükümet'e giriyor, kapılar kapalı. Oradan geri, camiye dönüyor, cami avlusundaki taşın dibinde düşüyor. Bunlar da gidip başını kesiyorlar. Sonra askere telefon ediyorlar Hükümet'ten... Asker geliyor. Kahveden onlara makineleri tüfeklerle ateş ediyor. Hepsi esrarkeşmiş zaten. Asker hepsini vurdu, yalnız bir tanesi kaçtı, onu gördüm. Sonra bütün cesetleri topladılar oraya... Halk toplandı, jandarmalar, subaylar geldi, ölülerin torbalarından esrar çıktı, parça parça... Ben de esrarı ilk orada gördüm. Cesetleri kamyonlarla götürdüler. Sonra sıkıyönetim oldu. Kaçan adamı bulmak için haftalarca nöbet tuttuk. Evleri aradılar tek tek... Manisa'da bulundu. Bir oduncunun ekmek torbasını almış. Oduncu da ihbar etmiş, yakalanmış orada... 28-29 gün sonra... Mahkemeye getirdiler. Adama bizi gösterip 'Bunlardan kimse var mıydı?' diye sordular. O da bakıp 'Bu vardı', 'Bu yoktu' diyordu. 'Var' dese yandın.. Ben şofördüm. Mahkemenin emrinde akşam iki araba nöbet bekliyorduk. Adam kimin ismini söylediyse 'Getirin' diye telefon ediyorlardı. Getiriyorduk, içeride mahkeme ediyorlardı.Onların asılacağı gün, nöbet yine bendeydi. Korkudan otomobilin dışına çıkmıyordum. Hep seyrettik, üzüldük. Hükümet'in altında Birincieller'in evi var, önce onu astılar: Manisalı Hocazade Ahmet Efendi... Astıktan sonra önüne ismini asıyorlar. Ondan sonra geldik akasyaların altında birini astılar. Sonra Ali Efendi'yi tütün satılan barakanın yanında astılar. Adamlara mecburen cigara satan Molla Osman'ı astılar. O çok bağırdı asılırken 'Kurtarın' diye, askerler vaziyet aldı. Ondan sonra sırayla asıldı, asıldı, ta çarşının içine kadar hepsini gördüm.Kamyonlarla atıp mezara götürdüler öğlene kadar... Bence asılanlar içinde suçlu olan yoktu. 6-7 tane sarhoşun işi... Bunlar içinde Menemen'den bir Gazozcu Abbas vardı, bir de Kubilay'ın kafasını bayrağa asmakta kullandıkları urganı elinden aldıkları çocuk...Olaydan sonra bizi caminin önünde topladılar. Sivil birkaç kişi vardı, bir de alay komutanı paşa... Orada gözlüklü bir sivil "Menemen'i toprak halinde (yerle bir) görseydim, iftihar ederdim" dedi.. Bunlar gelmeden Menemen'de gericilik yoktu. Ama parti meselesi vardı. Serbest Fırka kazanmıştı.. Onun intikamı mı, bilmem.. Bildiğim şu ki Menemen'in bu işte hiçbir suçu yok. Zaten içlerinde Menemenli de yok."

(milliyet)

22 Aralık 2008 Pazartesi

Asala Suikastleri-Yilmaz Colpan Suikasti

Suikastinin yıldönümünde Yılmaz Çolpan'ı hatırlatmak istedim;

Paris'te bir suikast sonucu hayatini kaybeden Turizm ve Tanıtma Müşavirimiz Yılmaz Çolpan, 13 Mayıs 1928'de Gönen’de doğdu. İlk ve ortaöğreniminden sonra Ankara'da Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Fransızca bölümünden mezun oldu. 1951 yılında Basın Yayın Genel Müdürlüğünde mütercim olarak çalışmaya başladı.

1970 yılında Paris'e Basın Ataşesi olarak giden Çolpan, 1971-1974 yıllarında da Brüksel'de Turizm ve Tanıtma Ataşesi olarak görev yaptı. 1975 yılında yurda döndü, Tanıtma Genel Müdür Muavinliği görevini yürüttü ve ertesi yıl Tanıtma Genel Müdürü oldu. Turizm Bakanlığının en yetenekli ve dinamik görevlilerinden biri olarak tanınıyordu.

İki bucuk yıldan beri Türkiye’nin Paris Büyükelçiliği Turizm ve Tanıtma Müşavirliği görevinde bulunan Çolpan, 1981 yılında Ankara'ya dönecekti.

Yılmaz Çolpan, 28 yıldır devlet hizmetindeydi. Çok çalışkan ve takdir edilen bir yüksek görevlimizdi. Paris'te de çok başarılıydı. 22 Aralık 1979 tarihinde Champs-Elysees caddesinde bürosunun bulunduğu 94 numaralı bina önünde ASALA Mensubu Ermeni bir terörist tarıfından uğradığı silahlı saldırı sonucunda şehit edilmiştir. Öldürüldüğünde 51 yaşındaydı. Evli ve biri 16, diğeri 8 yaslarında iki kız çocuk babası idi.

(fakulteler.atauni.edu.tr)


Kısaca Asala;

Ermeni aşırı sol terör örgütü, bağımsız bir Ermenistan devleti kurulması ve 1915 yılında gerçekleştiği iddia edilen sözde ermeni soykırımının kabul ettirilmesi için çalışmıştır. 1975 yılında Beyrut'ta kurulmuş ve birçok Türk diplomata suikast düzenlemiş ve bombalı saldırılara kalkışmıştır. Birçok terör eylemine rağmen ABD, Avrupa Birliği, Rusya, Birleşik Krallık tarafından terör listelerine girmemiştir.

(wikipedia)

Template by - Abdul Munir | Daya Earth Blogger Template